Tolstoy’a göre tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Özetle Uğultulu Tepeler, tam olarak bu durum üzerine kurulmuş. Kendi içinde birkaç ömrü anlatan bu kitap satırlarını Mr Lockwood’un Thrushcross çiftliğini kiralanmasıyla aralıyor; evet şehre bir yabancı geliyor. Ardından dününü ve yarınını öğreneceğimiz karakterler ansızın satırlarda koşturmaya başlıyor. Kalp atışlarının canlılığını hissetmeye başladığımda ilk olarak altını çizdiğim cümle; hikâyenin kalbindeki karakterimiz Mr Heatcliff’i yabancının ağzından anlatan ilk izlenimlerine dair birkaç satırlık düşünceler oldu.

“Bence Heathcliff, sevgisini de nefretini de belli etmeyenlerdendi; ikinci bir kez sevilmeyi ya da nefret edilmeyi de aklı almazdı.”

Bu düşüncenin doğruluğu ya da yanlışlığı kitap sonuna kadar tartışılır olmayı sürdürüyor fakat okuyucunun aklına zehri salan, merak duygusunu perçinleyen ilk olarak bu satırlar oluyor. Peki ama bu doğru mu, doğruysa neden, dedirtiyor.

Bir sonraki paragraf, bir daha kitabın sonunda rastlayacağımız karakterimiz hakkında en cezbedici bilgiyi barındırıyor.

Birinin aşkına, verebileceği en tuhaf karşılığı anlattığı satırlarda kendi aşkına dair şöyle diyor Mr Lockwood: “Ona hiçbir zaman sevgimden söz etmedim ama gözlerin dili varsa budalalar bile ona deli gibi âşık olduğumu kestirebilirdi.”

Gözlerin dili varsa... Acaba var mıdır yoksa gözler yalan söylemez sözü, koca bir palavradan mı ibarettir? Onca yalanın arasında doğrular, gözleri gerçek bir yuva olarak benimseyebilir mi?

“Akıllı bir insan için en iyi arkadaş yine kendisidir.”

Bir dünya klasiği olarak dönemin tadı, betimlemelerin kuvveti ve gotik edebiyatın sınırlarını çizen bu kitap, satırlar sonra basit bir merak sebebiyle olmadık bir hikâyeye doğru yol alıyor.

Mr Lockwood hizmetçisi Mrs Dean’den tuhaf ev sahibinin ve ev halkının hayat hikâyelerini dinlemeye başlıyor. Yolumuz Uğultulu Tepeler’e, Heathcliff’in oraya ilk geldiği güne çıkıyor.

Liverpool sokaklarında açlıktan ölmek üzereyken bulunup evin efendisi tarafından Uğultulu Tepeler’e getiriliyor. Ev halkı tarafından benimsenmeyen bu çocuğun zamanla sadece Cathy’le arkadaş olmasıyla hikâye biraz canlanıyor. Sessiz, sakin olarak tasvir edilen çocuk her zaman evin efendisi tarafından çok seviliyor. Günler birbirini kovalarken Heathcliff, sonunda bu sessizliği kullanmayı öğreniyor. Cathy’nin abisi Mr Hindly’le sürekli çatışma hâlinde oluşunu fırsat bilip işine geldikçe onu babasına söylemekle tehdit ederek belki de ilerleyen günlerdeki vahşiliğinin temellerini bu anlarda atıyor.

Heathcliff, sadece ruhsal olarak değil fiziksel olarak da birlikte yaşadığı asillerden tümüyle zıt bir görüntüye sahip. Döneminin sorunlarına parmak basan biri bu oluyor. Görünüş… Konu tam olarak buraya geliyor. Mavi gözlerle düzgün bir alın istediğini fakat istemenin hiçbir işe yaramadığını söylüyor, ardından şu güzelim kelimeler satırlarda ay gibi parlıyor.

“İyi bir yüreğin olursa kapkara bir zenci de olsan yüzün yine sevimli olur yavrum. Kötü bir yürek en sevimlileri bile çirkinden de kötü yapar.”

Zaman kuşkusuz içinde her daim yüzü güzel fakat kalbi taş bağlamış insanlarla görünüşte bir harabeyi hatırlattığı iddia edilen bu genel geçer yargıya maruz kalmış yüzlerin, güze bahar getiren insanların kalplerini barındırmıyor mu? Ve biz her şeyi bu yanılgıyla kaybetmiyor muyuz?

Küçük bir çocuk ne kadar kabullenebilirse o kadar kabul görüyor yukarıdaki sözler. Ardından öfke coşkuyla tırmanıp ne yazık ki bir canavar doğuruyor.

Kayıpların ardında bu üç çocuk büyüyor ve alkol batağındaki Mr. Hindley kendi oğlunu kucağına alıyor. Kim daha kötü, ne daha yanlış, kitap boyunca seçemedim. En felaket olanı neydi? Mr. Hindley’in Heathcliff’e yaptıkları mı yoksa Heathcliff’in Mr. Hindley’in oğlu Heraton’a yapacakları mı? Hâlâ emin değilim.

Bunlar yaşanırken Cathy ve Heathcliff tuhaf bir örgünün içinde ilmek ilmek dokunmaya başlıyorlar. Cathy, suskunluk yemini etmiş Heathcliff’e, “İnsan bir şey bilmez, bir şey söylemezse, ona arkadaş denmez.” diyor.

Kırmamak adına susunca iyi arkadaş olmuyor muyduk? Ne oldu bu duruma? Yoksa en başından yanlış mı öğrenmiştik? Susmanın her türlüsü zarar mıydı? Cathy, akılda 1001 soru bırakan bu cümlenin ardından aşkını fısıldıyor. Üstelik diyor ki: “Hem onu yakışıklı falan diye sevmiyorum. Benden daha çok bana benziyor da onun için seviyorum. Ruhlarımız her neden yoğurulduysa ikimizinki de aynı.”

 “...kendinizin dışında, yine siz olan başka bir varlık vardır ya da olmalıdır.”

Sahiden bu böyle mi?

“Yeryüzünde her şey yok olsa da yalnız o kalsa, ben var olmakta devam ederim; başka her şey geride dursa da yalnız o yok olsa evren bana tümüyle yabancılaşır.”

Heathcliff ne bu sevgiyi hak eden bir adam ne de ileride bir gün hak edeceğine dair umut vaat eden biri... O herkesin yanlışıyla koca bir hataya dönüşmüşken Cathy’nin aşkı onun yanlışlarla bezenmiş ömrünü daha da şahlandırıyor ve acımasızlaşmasına sebep oluyor.

Sonuçta aşk tehlikeli bir silahtır ve herkesin eline verilmemesi gerekir.

Sayfalar ilerlerken şartlar, Cathy’iyi başka bir adamla, Edgar Linton’la evlenmeye itince Heathcliff bir süre ortadan kayboluyor. Bir gece ansızın Cathy’nin kapısına geldiğinde benim adına aşk diyemediğim bu duygu çok şey alıp götürüyor. Hatta sonunda Cathy’yi bile... Geriye intikamdan gözü dönmüş bir Heathcliff, acılı bir eş ve güzeller güzeli bir kız bırakıyor. Catherine...

Aslında kitabın bütün satırları intikam yuvasından başka bir şey değil desem abartmış olmam.  

Bir intikam uğruna evlenip hayatı eşine de zindan eden Heathcliff, her geçen gün daha da bileniyor. Acıması olmayan bir canavar gibi önüne çıkan herkesi ezip geçiyor ve sonunda da sıra Catherin, Heraton ve oğlu Linton’un hayatlarına geliyor.

Kandırılan bir kız, acımasız baba, yanlış eğitilen bir çocuk ve bencilliği benimseyen Linton’un eşliğinde hikâye son düzlüğe girince heyecan da tırmanmaya başlıyor. İster istemez okuyucu bütün bu mahvolan hayatların nereye evrileceğini merak ediyor.

Carherin önce sevgili babasını kaybediyor. Sonra kuzeni Linton’la evlenip Heathcliff’in bitmeyen öfkesi ve intikamını göğüsleyerek ışıldayan gözlerine, ruhundaki canlılığa ve yaşama dair güzel olan ne varsa her şeye veda ediyor. Zaten zayıf olan Linton kısa süre sonra ölünce geriye Catherin’ın öfke duyduğu Hereton dışında kimse kalmıyor.

Genç kızın sürekli alay ettiği bu adam aslında Heathcliff’in intikam uğruna mahvettiği hayattan başka bir şey değil. Uğultulu Tepeler’e geldiği gün neler yaşadıysa Heraton’a aynısını yaşatıp duruyor ve sonunda ardından kendine çok benzer bir adam bırakıyor. Tam da planladığı gibi...

Buradan sonrası Heathcliff’in planlarının dışında gelişiyor. Öfke, diğer tüm duygular gibi yoğunluğunu kaybedince Catherine ve Heraton bütün bu yanlışların gölgesindeki belki de tek doğru olarak geriye kalıyorlar.

Kitap Mr Lockwook’un Uğultulu Tepeler’e aylar sonra tekrar gelmesi ve Mrs Dean’in olanları anlatmasıyla son buluyor.

Sona geldiğimizde bana kalırsa kitabın dibi, başı tek bir cümledir, başka da hiçbir şey değildir, derim.

“Bu o garip hastalığın sonucuydu, nedeni değil.”

 (Can Yayınları – 33. Baskı- Uğultulu Tepeler)

 Kübra Akkuş