Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım.” önermesinin yeniden ortaya koyulması olarak değerlendirebileceğimiz Puslu Kıtalar Atlası, gerçek dünya ile kurmaca dünya arasındaki perdeyi kaldıran kurgusuyla hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir kitap. Barındırdığı tarihi ögeler ve yazarın felsefeci olmasıyla şahlanan eserde ilk etapta her şey oldukça normaldir.
Roman korsan Arap İhsan Efendi’nin, kölesi Alibaz isimli çocuğu yanına alarak İstanbul’daki yeğeni Uzun İhsan Efendi’yi ziyarete gelmesiyle başlar. Bu satırlar bir macera romanının girişi olabilirdi, tabii Uzun İhsan Efendi’nin oğlu Bünyamin’le yaşadığı evde uyku şurubu içerek uzun uykulara daldığını ve gördüğü rüyaları bir atlasa yazdığını öğrenmeseydik. İşin rengini değiştiren bu bilginin aslında kitabın özeti olduğunu söyleyebilirim. Descartes’ın “Yöntem Üzerine Konuşma” kitabına ithafen dayısına gelen çeviride yer alan Rendekâr’ın “ZagonÜzerine Öttürme” kitabıyla Uzun İhsan Efendi gerçekliğin doğası üzerine düşünmeye başlar. Bir sonuca varamayınca rüya şurubundan içip uykuya dalar. Ardından şu cümleler dökülür dilinden: “Düş gördüğümden şüphe edemem. Düş görüyorum, öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim?”
Yazarın üzerinde durduğu asıl soru bu: Ben kimim? Peki, varlığınızdan emin olduğunuzda sizce siz kimsiniz ya da en azından kim değilsiniz? Bugün bir şey olmaktan ziyade bir şeyler olmak hayatımızın tamamını kaplıyor. Anne olmak, okur olmak, iyi insan olmak… Kesin olarak olmadığınız o şey nedir? Daha açık bir dille, kötü bir insan olmadığınıza emin misiniz? Bu soruyu yanıtlayınca söyler misiniz kötü nedir?
Kötülük ve iyilik evrensel gibi görünseler de çoğu zaman öznellerdir. Değerlendirmelerimiz ailemizle, çevremizle, arkadaşlarımızla şekillenir. Ne görüyorsak ne duyuyorsak, burada anlamlandırırız. Kitabın biraz da bunu anlattığını düşünüyorum. Çünkü Uzun İhsan Efendi hem kim olduğunu sorguluyor hem de sokaklara çıkmaktan korkuyor. Ona kim olduğunu sorgulatan şey içinde bulunduğu kaçış hâli olabilir mi? Belki biraz da bunu düşünmemiz gerekiyordur. Şu an yaşadığımız semtte değil de başka bir semtte olsaydık yine aynı biz olur muyduk? Cevabımız hayırsa biz gerçekte kimiz? Bu iki durumun iç içe olduğunu düşünüyorum çünkü çok değil birkaç satır sonra beni buraya yönlendiren o kelimeler yazarın kaleminden dökülüyor.
“Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg’u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?”
Kitabın sonuna geldiğinizde bir serçenin uçuşunu görmeyi kaçırdığınız için ruhunuzda pişmanlıklar oluşacak, gördüm dediğiniz ne varsa şüphe edeceğinizi elbette başlarken bilemezdiniz ama kitap bittiğinde unutamayacaksınız.
İddialı sözler ve kafa karıştırıcı suallerle okurunu hemhâl eden eserin özellikle ilk bölümleri, çoğu okuyucu için “okuması zor” olarak tanımlanabilir. Çünkü bütün ilgi çekici alıntılar hikâyelerin arasında saklı, her birine ulaşmak için okumanız gereken sayfalar, öğrenmeniz gereken hayatlar var.
Roman devam ederken bu defa Bünyamin, sürekli uyuyan babasının gerçekten kendi babası olup olmadığını sorgulamaya başlar; annesinin kim olduğunu, evin nasıl geçindiğini, babasının kendisine verdiği akçeleri nereden bulduğunu, günlerce yemeden içmeden nasıl yaşadığını sorgular fakat bir türlü cesaret edip ona soramaz. Sonunda merakına yenik düşüp uyku şurubundan içmeye karar verir lâkin şurubu fazla kaçırınca öldü sanılarak gömülür. Ardından mezardan canlı olarak çıkması kulaktan kulağa yayılınca lağımcı olarak orduya katılır. Evden ayrılırken babası hazırladığı atlası oğluna verip şu sözleri eder: “…Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir hâlinden korkma.”
Kitabın sonunu bilince özellikle burada söylenenler çok başka anlamlar kazanıyor. Bir yapboz gibi bütün parçalar yerli yerine oturup roman yeniden anlamlanıyor ama ilk okumada dahi dünyayı rüyalarında keşfetmeye çalışan biri nasıl hayal edilmiş, nasıl kurgulanmış ya da bir baba neden çocuğuna “Benim çekmediğim acıları çek.” demiş olabilir soruları insanı epey meraklandırıyor.
İlk görevinde Zülfiyar adlı casusu kurtarmaya çalışırken yüzü ciddi anlamda yaralanan Bünyamin, casusun kendisine verdiği kara parayı babasından aldığı atlasın içinde saklar.
“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.”
Görmenin ne büyük bir nimet olduğunu elbette en iyi âmâlar bilir. Çünkü yapabildiğimiz her şey biz yapamayana kadar değeri olmayan şeylerdir. Dünyanın şahidi olmak… Bana kalırsa bahsi geçen dünya sadece etrafımızdaki değil içimizdeki de…
Evine döndüğünde babasının yeniçeriler tarafından ite kaka evden çıkarılıp götürüldüğünü öğrenir ve Bünyamin için yeni bir maceranın kapısı aralanır.
“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı...” Daha haklı bir cümle bilmiyorum.
İhsan Oktay Anar herkesin okuyabileceği bir yazar olmaktan ziyade gerçekten emek vererek okunabilecek bir yazar olmasıyla çok özel bir kalem. Kitapta hemen hemen bütün karakterlerin kim olduğunu öğrendikten sonra Bünyamin’le yollarının nasıl kesiştiğini okuruz. Hınzıryedi, Ebrehe gibi karakterlerin kim olduğunu öğrendikten sonra dilenci loncasına dahil olan Bünyamin’i görürüz.
Bünyamin dilenci loncasındaki macerasında Osmanlı Devleti’ndeki gizli casus örgütlenmesini, kara paranın sırrını ve Mehdi’nin ilerleyen günlerde İstanbul’a geleceği yönündeki kehaneti öğrenir. Son olarak buradaki esaretten de kurtulup yeniden özgürlüğüne kavuştuğunda babasının kendisine verdiği kitabı dikkatlice inceler ve onun Puslu Kıtalar Atlası olduğunu öğrenir. Kitabın sonunu açınca gözüne çarpan satırlarla babasına sormaya korktuğu bütün soruların yanıtını almakla kalmaz, bütün kitaba boyut atlatan o cümleleri okur.
“Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çözebilmiş değilim. Rendekâr, düşünüyor olmasından var olduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım ama kimim? Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o hâlde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından var olduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Var olduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”
İhsan Oktay Anar kitabı bitirirken yazının başında bahsettiğim “Düşünüyorum öyleyse varım.” önermesine Uzun İhsan Efendi ile kendisi arasında kurduğu bağ neticesinde savını yeniden ortaya koyuyor. Roman bittikten sonra özellikle son birkaç sayfayı okuyup sindirince insan her şeyi bilerek yeniden okuma arzusuyla doluyor.
Sadece iyi bir kitap değil Puslu Kıtalar Atlası aynı zamanda iyi bir hayat da…
(İletişim Yayınları, 75. Baskı, İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası)
Kübra Akkuş