TEHLİKELİ OYUNLAR / OĞUZ ATAY

  Oğuz Atay denildiğinde akla gelen ilk kitap değildir Tehlikeli Oyunlar. Üst kurmaca, bilinç akışı… Hiçbiri doğrudan onu çağrıştırmaz. Aslına bakarsanız ne dilden dile dolaşmış ne de kenara köşeye sıkışıp kalmıştır. İyi bir edebiyat okuyucusuysanız çoğunuzun evinde vardır. Bugün değil ama bir gün muhakkak okuyacağım, denilen kitaplardandır. Peki ama neden?         Hayatın gelen akışına dokunmuş bir takım bam telleri vardır. Onlara doğru zamanda ve doğru yerde basılırsa her şey değişir. Tehlikeli Oyunlar, bir insanı yıllardır tanıyamadığı benliğiyle tanıştırabilecek o bam telidir. Bu kadar değerli, güçlü ve yoğun olan her ne olursa olsun özel bir çaba ister. Girişin özü olarak diyebilirim ki yol üstünde denk geldiklerinizden değil de kendisi için yola çıkmayı gerektiren kitaplardandır, Tehlikeli Oyunlar.

“Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.”

Tehlikeli Oyunlar’ı okumak bilinç akışı tekniğiyle yazılmış, zorlu bir yolculuk olarak tanımlanabilir. Altını çizdiğim, bende yeniden anlamlanan ve bunu herkes okumalı, dediğim öylesine çok cümle var ki yazmakla baş edebileceğimi düşünmüyorum ama yine de yapacağım. Fakat önce olay akışından bahsetmek istiyorum.

Hikmet, kendinden ve herkesten kaçarak bir gecekonduya taşınıyor. Biz onunla burada tanışıyoruz. Dul kadın, albay, Salim ve diğerleriyle de… Eşi Sevgi’den ayrıldığını söylüyor. Ardından buna dair şüpheleri oluşuyor. Bilge… Hikmet’in yeni kız arkadaşı. Birinci bölüm bunları anlatırken ikinci bölümde Sevgi’nin hikâyesini öğreniyoruz. Onun kim olduğunu okuyoruz. Neden mutsuz olduğunu, Hikmet’le evliliklerini, ayrılıklarını… Bana kalırsa olayların en yoğun olduğu yer burasıydı. Üçüncü bölümde tehlikeli oyunları daha net gördüğümüz, o iç bulanıklığı iliklerimize kadar hissettiğimiz yerler geliyor. Albay ve Hikmet bol bol oyun yazıyor ve geçen her sayfa karakteri daha iyi tanımamızı sağlıyor. Burada Hikmet’in pijama üstünün nasıl katlanılacağını anlatan bir ansiklopedi olsa keşke dediği bir an var. Bence durup uzun uzun düşünülmesi gereken meselelere gebe… Dördüncü bölüm ise yolun sonu. Hikmet’i kıskıvrak ele geçiren iç buhranının gerçekle hemhâl olup ölüme götürdüğü yer. Olayları böyle özetleyebilirim.

Tehlikeli Oyunları elinize alırken bilmelisiniz ki çok fazla kelimeyle, düşünceyle karşılaşacaksınız ve sağlam olmanız gerek. Sizi yoldan çıkarabilir, desem abartmış olmam. Hikmet ölmek konusunda oldukça ikna edici; durumun ciddiyetinin farkında olmanız lazım. Anlaştıysak şimdi sıra cümlelerde.

Çok zor başlıyor ama henüz otuzuncu sayfaya varamadan şöyle diyor Hikmet Benol: “Üstelik hayallerimin içine itirazlar karışıyordu.” Bana kalırsa okuyucuyu ilk olarak bu cümleyle yakalıyor yazar. İnsanı durup düşünmeye sevk ediyor. Tanıdık hisler, bildik kelimeler ve bunların sade düzenleriyle aslında hiçbir şey yapmıyor ama çok şey oluyor.

“İnsan kendini anlatmaktan bıkıyormuş.”

Üçüncü başlıkta Hikmet başını albaya çevirip soruyor: “Oysa burada huzurumuz var, değil mi alayım?” Hüsamettin Albay şöyle yanıtlıyor: “Huzurumuz var da denemez. Vaktimiz bol olduğu için bütün günümüzü huzursuzlukla dolduramıyoruz sadece.” Düşünüyorum. Sanırım Oğuz Atay büyüsü bu; insanı sürekli düşünmeye itiyor. Zihninde kalabalıklar kurmaya ve o kalabalıklarda yapayalnız kalmaya… Huzur, muhtemelen çoğumuzun hayatının önceliğidir. Peki gerçekten böyle mi? Yani huzurlu olduğumuza inandığımızda öyle miyiz yoksa huzursuzluktan yorulduğumuz için mi öyle olduğumuza inanıyoruz?

“Kendimle konuşurken bile onun hoşuna gitmeye çalışıyordum.”

Mükemmel bir aşık ya da sevda adamı diyemem onun için ama işte böyle söylüyor Hikmet eski eşi Sevgi’yi anlatırken ve sonra sayfa 83’te o uzun paragrafların birinde “…hiç sesini çıkarmadan çaydanlığı elimden alırdı Sevgi, kendi bildiği gibi yapardı çayı, işte en çok buna içerlerdim albayım, insan yerine koyup bir söz etmezdi, göstererek öğretirdi.” diyor. Karakterin okuyucuyu parçalayan, yorgunluklarıyla yaralayan içerlemeleri... Her cümleyle beraber dizlerindeki yaralar açığa çıkıyor sanki. Acaba, dedirtiyor. Farkına varmadığımız hangi davranışlarımız birilerini böyle üzdü?

Hikmet karakterini okurken okuyucunun karşısına genel olarak tanıdık, bildik şeyler çıkıyor. Roman boyunca şu fikir harika, bu olay şöyle iyi, diyemezsiniz lakin insanı okurken alıp götürüyor. Düşüncelerini karıştırıyor. Albay, Hikmet, yazar, siz… Gerçek zihninizle kitaptaki zihin harmanlanmaya başlıyor. Bir girdap gibi birbirine dolanıyor. Tam bu noktada durum kitap okumaktan çıkıyor.

Romanlar farklı hayatlar yaşatır; burada ise aksine sanki kitap, sizin hayatınızı yaşamaya doğru yol alıyor. Kafanızı kaldırdığınızda kendi düşünceleriniz hangileriydi seçemez oluyorsunuz. Az önce okuduğunuz sayfada kalıyor hisleriniz, çırpınışlarınız, düşündükleriniz ve mürekkebe boyanan kelimelerin karanlığını hissediyorsunuz. Birken yarım, yarımken çeyrek oluyorsunuz. Çünkü hayatı yaşarken o kadar meşgulüz, öylesine kendimizden geçmişiz ki kulak veremiyoruz yürek yordamıyla düşündüklerimize. Ancak fısıltıları duymamızı sağlıyor, Tehlikeli Oyunlar.

Dördüncü başlık “Ülkemiz” karşılıyor bizi. Oğuz Atay klişe bir tabirle keskin zekâsıyla kanayan yaralarımıza mizah yoluyla dokunuyor. Hidayet’in ödevini yaparken hem güldürüyor hem düşündürüyor; acıtıyor, sorgulatıyor. En sevdiğim bölümlerden biriydi. Kitap bitince dönüp dönüp okudum.

“Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.”

Gerçek nedir, herkes bilir fakat bu cümleden sonra kim ardında durabilir ki? Hangi tanım hakkından gelir?

“Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç.”

Herkesi kırıp dökebilecek kelimeler vardır ve birçoğumuzun yarası da çocuklardır, çocukluktur. Yazar, kendi çocukluğunun başını okşamak, elini tutmak isteyenleri bu cümleyle bir kâğıt parçasına gömüyor.

Sonra da hiçbir şey olmamış gibi birinin susuşunun acısını çekmek, diye ekliyor. Yıkılanlar yetmezmiş gibi ayakta kalanlar için en güçlü silahıyla bir kere daha saldırıyor, sözcükleriyle.  Kelimelerin kapılarda kaldığı sabahlar vardır ya da gecenin kör karanlığına sığındığı, seher vaktiyle bütün dillerden silindiği… İşte öyle zamanlarda hani eli kolu bağlanır ya insanın, istediği bir tek cümledir ve karşısındaki susuyordur. İşte böyle anlarda çaresizleşir insan çünkü susan biri gitmiştir ve kalanlar gidenlerle aynı evde yapamazlar.

Sayfa 122 de “Demek ki, yolda durmak mümkün olmuyordu; böyle bir hürriyet yoktu. Sadece sürüklenme, kalabalığın akışına kapılma hürriyeti vardı.” diyor Hikmet. Evet onun derdi çok başka ama bizden farklı yöne giden kim varsa yadırgamıyor muyuz? Yolundan döndürmeye, yanlışsın demeye bayılmıyor muyuz? O zaman haklı değil mi kâğıttan adam? Bizim sadece sürüklenme, kalabalığın akışına kapılma hürriyetimiz var.

“Gerçekten yaşamadığımı söylemiştim. Acı bir yaşantıdan sonra insan ancak bedenine eziyet ederek günlerini sürdürebiliyor.”

Elbette herkesin ne yaşadığını bilmek mümkün değil ama keşke herkesin bir şeyler yaşadığını varsayabilecek kadar fedakâr olsak da zor olanı daha da zorlaştırmasak.

Sayfa 141: İlk satırlardan başlayarak devam eden cümleleri kapanan tırnak işaretine kadar kitabın özeti olarak tanımlayabilirim, yani Hikmet’in. Onun kim olduğuyla ilgili bir kitap Tehlikeli Oyunlar. Buraya kadar zihnini öğreniyoruz. Zihinlerimizi… Sonra tehlikeli oyunlarını anlatıyor. Onun gerçekle hayal arasında kayboluşu sayfa sayfa çoğalıyor.

“Söylediklerimi, kapı kapı dolaşıp geri almak istiyordum.” diye bir cümle kuruyor. Yutmamız gereken o sırrı ya da olayı, anın atmosferine kapılıp anlattıktan sonra hissettiğimiz bu değil de nedir? Ben başından beri söylüyorum size: Hikmet “biri” değil Hikmet “biz”iz.

“Herkes, içini, yalnız içine dökemez.”

148. sayfada kadınlar var. Bu hoşunuza gider ya da gitmez sizin bileceğiniz iş lakin bir şeyler oluyor.

Hiç kusurları yüzünden sevdiğiniz biri oldu mu? Hikmet, Bilge’yi bu yüzden sevdiğini söylüyor. Daha önce de dediğim gibi onun aşkı bana derin ya da güzel gelmiyor. Bence Hikmet duyguları ne olursa olsun düşünceleri güzel olan bir adam. İyi düşünüyor, konu kötü olsa bile…

Bir gün Bilge’yle dışarı çıkmaya karar veriyor ve o sırada kız elbisesini temizlerken küller uçuşuyor. Ardından şöyle bir şey oluyor:

“Bir sonuca varamadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu. Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağımı bilmiyorum ki.”

İyi düşünüyor demiştim. Konu ne olursa olsun Hikmet akıl almaz derecede iyi düşünüyor.

Temposu böyle ilerlerken biraz yazardan söz etmek istiyorum. Kitap boyunca Oğuz Atay’a duyduğum hayranlık katlanarak büyüdü. Okurken satırlarda gördüğüm en somut şey hayali bir zihin oluşturup bunu kaleme alırken kendi zihninden ayrı tutmasındaki başarısı oldu. Harflerin ardından nefes alan adamdan harf harf nefes alan adama…

“Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım.”

Bu cümle karşısında zihninizde neyin canlandığını bilmek isterdim.

“Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik.”

Delirmek üzere Hikmet ya da çoktan delirdi. Adına ne derseniz deyin ama ben belirdiğini düşünüyorum. Geçmiş ve geleceği yutup şimdinin her anına dokunmaya başlıyor. Çünkü gidecek başka hiçbir zaman ya da hiçbir yer yok onun için. Varlığının yoğunluğu sırtının kamburu artık.

“Kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.”

Sanki yeni bir yurt edinmiş gibiyim. Tehlikeli Oyunların her bir cümlesine sayfalarca hislerimi yazmak istiyorum; kaybolmak, aramak, bulmak… Hayatında ilk defa parka gelmiş bir çocuk gibiyim. Heyecanlanıyorum ve saatler, sayfalar harcamadıkça anladıklarımın, anlatmak istediklerimin hakkından gelemiyorum. Bütün bunları sizin de okumanız, üzerinde sizin de düşünmeniz gerektiğine inanıyorum.

“Ben yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim. Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim.”

Kendi fikirlerimle ancak buraya kadar yürüyebildim. Şimdi diğer alıntıları buraya bırakıp Tehlikeli Oyunları neden okumanız gerektiğinin tahlilini yaptığım yazımı sizin düşüncelerinizin ellerine bırakıyorum. 

“Sevmesini bilmeyenler, kaderlerine razı olmalıdırlar.”

“Zaman her şeyi halletmişti.”

“Göründüğümüz kadar olmayalım. Hiç olmazsa, göründüğümüzden az olmayalım. Hemen tükenmeyelim.”

“İyi başlangıçların tarihimizde çok görüldüğünü, önemli olanın iyi bitirişler olduğunu bildiriyordu.”

“Kendimizi kendi üzerimizde deneyerek yok olup gidecek miyiz?”

“Sert köşelere çarpmaktan yorulan aklımın durgun ve sürekli bir aşk içinde ancak seninle birlikte dinleneceğini biliyordum.”

“Dünyada çok sevgisizlik vardı.”

“Küçük zamanlar birikti, büyük şeyleri ezip geçti.”

“Aman yarabbim! Ne ürkek kuştur: Uçmak için bahane arar!”

“Biraz ölseydim, biraz da sizin bana ağlamanızı seyretseydim.”

Sona geldiğimizde az çok finali tahmin edebileceğinize inanıyorum. Böyle bir kitabın nasıl bitmesi gerektiğini düşünüyorsanız öyle bitiyor satırlar. Yine de tam olarak ne olacağını söylemeden bir şey eklemem gerekiyor. Roman biterken son paragraf her şeyin üzerine öylesine doğru, gerçek ve yerinde sözler barındırıyor ki aslında sizin, benim, bizim yaşadığımız tam olarak bu, dedirtiyor. Bana kalırsa bütün kitap bir paragraf olsa o son paragraf olurdu.

“Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır.”

(İletişim Yayınları, 53. Baskı)

KÜBRA AKKUŞ