ÂŞIKLARA YER YOK – TARIK TUFAN

 Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Tarık Tufan’ın son romanı Âşıklara Yer Yok gerçek ve hayalin iç içe geçtiği bambaşka bir hikâyeyi barındırıyor.  Peki ama satırlar ne söylüyor? Biz bu romanın neresindeyiz?

Dünyadaki hiçbir mesafe kaderin birbirine yakınlaştırdığı insanlara engel olamaz.

Romanın özeti niteliğindeki bu cümle bizi, ilk sayfalarda karşılıyor ve Orhan’ın hikâyesine dair en güçlü ipucunu ellerimize bırakıyor. Bekleyip düşünmek ya da okuyup geçmek… Hangisini yapmış olursanız olun kitap bittiğinde geri dönüp bu satırlarda gezindiğinizde ne kadar da bütüne hizmet eden cümleler okumuş olduğunuza hayranlıkla bakıyorsunuz. Romanın geneline hatta yazarın bütün eserlerine sinen en belirgin özelliklerinden biri budur.

Kitabın konusuna dönecek olursak akademisyen Orhan’ın, Firdevs’e âşık olması lakin Firdevs’in başka bir aşkın pençesinde savaşması sebebiyle imkansızlaşması diyebilirim. Kısaca konusunun bu olduğunu söyleyebilirim ama uzun uzun anlatmak gerek çünkü anlaşılması lazım gelen şeyler var. İçimizde, zihnimizde, çevremizde…

Orhan, hayatını mahvettiğini söyleyerek söze girdiğinde insanın aklına onlarca hatta yüzlerce farklı teori geliyor. Birkaç kelimenin ardından bunu âşık olarak yaptığını ekliyor. Zihnimizdeki teoriler daralırken zarf, deniz feneri ve anılar ekseninde yeni bir dünyanın kapısını aralıyoruz. Aslında ilk bölüm biterken üç aşağı beş yukarı bütün kitaptaki hikâyeyi okuyoruz okumasına ama bir şey oluyor. Farkına varmadan bir cenaze törenine misafir oluyoruz. Gözlerimizin önünde kağıttan bir hayat can veriyor. Ölümünden geri kalan ilk şeyse bu cümle oluyor; “Hatıraların tümü acı verir; bazıları yaşandığı için, bazıları asla yaşanmayacağı için.” Yazdıklarım sizi düşündüre dursun o sırada ben anlatacaklarıma virgül koyup Orhan’ın çok güzel bir lafını sizlere iletmek istiyorum. Şöyle diyor; “Hikâyemde boşluk gibi duran yerler aslında uzun yalnızlıklarımdan ibaret.” Abartmıyorum. Yazar olmak nedir, diye sorsalar bu cümleyi gösteririm. Naçizane fikrim bildiğimiz ama izah edemediğimiz şeyleri yazmaktır, yazarlık. Hikâyenizdeki yalnızlıkların daha önce de farkında mıydınız yoksa benim gibi okudukça anlayanlardan mısınız?

Bu esin ardından romana dönelim. Orhan’ı sona götüren daha doğru bir deyişle sonu anlamaya götüren yolculuğa çıkaracak olan o itici güç, arkadaşının telefonuyla bir anda ortaya çıkıyor. Kafasının içini gıdıklayan bir fikirken kendini yavaş yavaş Saklıkuyu’nun parçası olarak buluyor. Saklıkuyu, Orhan’ı çağırıyor ve kaderin kendisi için çoktan ağlarını ördüğünden habersizce çırpınıp durduktan sonra gözünü orada açıyor. Hikâyenin sonunda… Zaten biz sonla başı roman boyunca iç içe okuyoruz. Bu da yazarın bir diğer belirgin özelliğidir.

Orhan’ın ailesiyle olan ilişkisi vasattan bir tık daha iyi desem yalan olmaz. Özellikle de Firdevs’le tanıştıktan sonra tam bir hayal kırıklığına dönüşen karakterimiz babasını kaybediyor. Geriye yaşadığı hayatın tozlu yollarında annesiyle yürümek kalınca adım atmaktan çekinir oluyor. Çünkü ilerlemeye kalktığında, en küçük adımda bile karşısına aynı sözler çıkıyor; “Baban senin yüzümden öldü.” Bir sis gibi sarıyor etrafını, nefesini kesiyor, yolunu kapatıyor ve orada öylece kalmasına neden oluyor. Sayfa 40’ta son paragrafın öncesinde “Benim yüzümden ölmedi babam.” diyor Orhan ve dilinden en sevdiğim satırlar dökülüyor. Sayfa 41’de Oysa ben… dedikten sonra şöyle sonlandırıyor sözlerini; “Nerede bir uçurum görsem kendimi bırakıyorum, nerede bir kuyu bulsam içine düşüyorum.” Orhan’ın nasıl biri olduğunu bir cümleyle anlatmam gerekse bu cümleyi seçerdim.

Hikâye ilerliyor, Firdevs’le tanışmalarından Orhan’ın çaresiz çırpınışlarına kadar yavaş yavaş okumaya devam ediyoruz. Hiç tanımadığı bu kadının kim olduğundan o kadar emin ki gerçekler Orhan’ın köklerini baltalamaya başlıyor. Öğrendikçe sarsılıyor. Ağır ağır bir ömür tükeniyor. Fakat Orhan’ınki değil onun hayatı daha ziyade kendi deyişiyle soluyor.

Romanlarda yazarlar yolculuk metaforuyla daha çok karakterin içsel yürüyüşünü anlatmayı amaçlarlar. Burada da aynı şey oluyor. Saklıkuyu’ya giden bitmeyen bir yolculuk okuyoruz.

Şehir ellerimden, kollarımdan, gövdemden çekiştiriyor, sanki kaçmamı engelliyordu.

Gelinen yer varılmayı beklenenden çok farklı, özellikle de hayatını değiştirmeyi isteyen bir adam için…

Bir Çehov öyküsünün tekinsiz suskunluğuna bürünmüştük; birazdan aramızdan biri sebepsiz yere ölecekti yahut her birimiz zaten kendi azaplarına doğru yolculuk eden ölülerdik.

Orhan, Saklıkuyu’ya vardıktan sonra yalnızlaşan hikâyemiz bir anda kalabalıklaşmaya başlıyor. Ahmet Hilmi Bey, Belma Hanım ve Defne Hanım… Her birinin hayatına misafir olup yaralarını kaşıyoruz. Virgülün, noktanın ardından gelen kurumuş gözyaşlarının, yorgun nefeslerle kurulan cümlelerin, sıkışan yüreklerin ağırlığını hissederek okuyoruz.

Yazar bize her zaman olduğu gibi hikâyesi olan tek bir karakter değil, bir romanın içinde hikâyeleri olan birçok karakter sunuyor. Âşıklara Yer Yok kitabını okumayı bu denli keyifli kılanın da bu olduğuna inanıyorum.

Sayfalar ilerlerken geçmiş ve gelecek harmanlanmaya devam ediyor. Dün ve bugün birleşirken karmaşıklaşmak yerine sakinleşen hayat çizgisiyle Orhan, soluğu kitaba başladığımız yerde deniz fenerinin önünde alıyor. Elinde bir zarf, zihninde anılar…

Sonuç olarak Âşıklara Yer Yok her iyi kitap gibi son sayfasında bütün hikâyesini tek bir cümleyle özetliyor; “Hayatını mahvediyorsun ve üstelik aklın başında.”

(Doğan Kitap, 1.Baskı)

Kübra Akkuş