Yalnızlaşmanın ne denli güçlü bir benlik çöküşüne zemin hazırlayabileceğini anlayabilmek adına muazzam bir kitap Satranç… Sayfa sayısı az olmasına rağmen hakkında uzun uzun konuşulması gerektiğine inanıyorum.

Oyunlar, ters köşeler ya da süslü cümleler yok. Tüm sözcükler gerçek anlamında. Bizlere sayfalarında satranç tahtası, yolculuk, birkaç insan, bir iki hikâye ve güçlü gerçekleri sunuyor.

İlk olarak yolculuğa çıkarak başlıyoruz okumaya; görkemli dalgaların kıyıya vurduğu, kuvvetli rüzgârların gemiyi sürüklediği ya da fırtınanın insanları suya saçtığı öykülerden çok uzak bir yolculuk. Güçlü bir karakter geçmişiyle aralanırken satırlar, sayfa 22’de şöyle bir cümle selamlıyor bizi: “…ayrıca dünyada satranç ve paradan başka değerler de olduğunu bilmediğinden kendisine hayranlık duymaması için hiçbir nedeni yok.” Yazar bütün insanlığa ilk olarak burada dokunuyor. Kim ne derse desin hepimiz her şeyi bildiğimiz kadar sanıp bu körlük hastalığına yakalanmıyor muyuz? Sonsuz bir evrende birileri uzaya giderken, birileri yerin metrelerce altına inerken bizler büyük bir çoğunluğun yaptığı gibi herhangi bir apartmanın bilmem kaçıncı katındaki evimizde kim bilir hangi sıradan şeyi yaptığımız için kendimize hayranlık duyuyoruz? “Kişi kendini ne kadar sınırlarsa sonsuzluğa o derece yakınlaşır.”

Satranç, oyun olarak ele alınıyor. Özellikle de rastlantısal egemenlikten uzak olduğundan; zaferin ise zekâ ve zihinsel yetenek ile kazanılabileceğinden bahsediyor. Tam olarak bu yönden hem dönemine hem de geçmişe ve geleceğe elini sürüyor.

Neredeyse herkes ömründe bir defa bu oyunu oynamıştır fakat yazarın da dediği gibi kaçımız tahtanın üzerinde hâkimiyet kurmayı başardık? Sadece bizim gayretlerimize bağlı olarak başarabileceklerimize baktığımızda ya da farklı bir bakış açısı olarak bu tahtayı hayatımızdaki fırsatlar ve engeller olarak düşünürsek… Şimdi tekrar soruyorum. Kimler hayat tahtasının üzerinde hâkimiyet kurmayı başardı? Gerçekten yaşayan kaç kişiyiz?

İşte böyle tanışıyoruz Czentovic’le. Ardından sayfa 26’da McConnor ve hırsı satırları dolduruyor. Çömezlerin oynadığı birkaç oyun sonrasında peş peşe yenilgiler eşliğinde sayfa 33’e Dr. B. görkemli bir giriş yapıyor. Böylece öğreneceğimiz son hikâye yavaştan kendini belli ediyor. Son ve harikulade…

Dr. B.’nin oyun üzerindeki hâkimiyetini okurken kendisini tanıma isteğiyle yanıp tutuşuyorsunuz çünkü karşısındaki şampiyona kafa tutan kişi, mütevazı bir iddiayla hamlelerini yapıyor. Üstelik yapısal olarak kitabı andıran tavırlarını da dikkatli bir şekilde bakınca kolayca fark edebiliyoruz. Sonuç olarak kısa sürede herkesi kendine hayran bırakıyor ve oyun berabere bitiyor. Bu mütevazı adamın karşısında yıkılmaz denilen kibir derinden sarsılıyor. Yeni oyun teklifiyle en büyük korkusundan kaçar gibi uzaklaşmaya başlıyor satrançtan Dr. B.

Bu sırada türlü tilkiler okuyucunun kafasında koşturmaya başlıyor ama pek tahmin edilemez hikâyesiyle Dr. B. çok geçmeden her şeyi kendisi anlatıyor.

Yirmi yıldır eline satranç taşı almadığını söyleyince hepimizin inancı örseleniyor. Olur mu öyle şey? Olur. Yani oluyor… Yazar olabilecek en gerçek öyküyü sunuyor.

Sayfa 45, ikinci paragraf, “Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi mutlak bir hiçliğin içine koydular. Bilirsiniz, yeryüzünde şu insan ruhunu hiçlik kadar başka hiçbir şey baskı altına alamaz.” Açıkçası olabilecek en iyi şekilde karakterin içine düştüğü baskı sırtınıza biniyor. Dünyanın yüküyle ezilip koca bir hiçliğin pençesine düşer gibi kıyıya vurduğumuz zamanlar mutlaka vardır. Bazen saatler sürer, bazen günler ya da daha uzun… İşte o hiçlik hissinin somutlaştırılması olarak ifade edilebilir, kitabın bu bölümü. Hiçbir şeyin olmadığı günler…

Ve hiçlik akışını bozmak için atılması gereken sadece bir adım varken yine sadece o adımdan kaçınmanız gerekir ya işte öykü bu düzlemde devam ediyor.

Sonsuz ne kadar uzun olabilir kestiremiyorum ama yazar anlamamız için sözleri evirip çevirmeye başlıyor.

 “…kapkara okyanusun sağırlığında bir kafesin içinde yaşıyordum, dünya ile arasındaki iplerin koptuğunu bilen ve kafesin asla o sessiz derinlikten yukarıya çekilmeyeceğini hisseden bir dalgıç gibi. Zamansız ve boyutsuz hiçlik dışında yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu.

İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz.”

Bizler, hiçlik kavramını yeterince anlayınca karakterin içinde bulunduğu durum ekseninde oluşan baskıya geliyor söz: “…düşüncelerim beni nefessiz bırakana kadar sıkacak, sıkacak ve sonunda soluksuz kalıp çözülecektim.” Bütün okuduklarımı göz ardı ederek bakıyorum bu cümleye. Her gün sayısız defa yapıyoruz bu eylemi. Düşünüyoruz. Önemli önemsiz her şeyi düşünüyoruz. Bazılarımızın bu sebeple uykuları kaçıyor. Sonunda nefessiz kaldığımızda çözülmeyi başarabiliyor muyuz? Kitapta karakterimizin düşüncelerine mağlup olmaması gerek ama normal bir hayat akışında düşüncelerimiz bizi boğarken, artık kaçamadığımızda çözülmeyi başarabiliyor muyuz?

Ellili sayfalara geldiğimizde bir kitabın ne denli güçlü olabileceğini okumakla kalmıyor, gerçekten hissediyoruz. Bütün o hiçliği nasıl dağıtabildiğini, baskıyı alt ettiğini, satır satır okuyoruz.

Kendine karşı satranç oynayan bir adam… Sayfa 58, son paragraf… Kendi gölgenizin üzerinden atlamanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için oraya muhakkak bir göz atın derim.

Sonunda Dr. B. çıldırmış bir şekilde hiçlik ve baskıdan kurtulduğunda öykü tekrar gemiye ve beklenen satranç müsabakasına geliyor. Karakterimiz, Czentovic’le olan maçı kabul edişini şu sözlerle özetliyor: “… o zamanlar uçurumun kenarından dönmüş müydüm yoksa çoktan aşağıya yuvarlanmış mıydım, artık öğrenmek istiyorum.”

Kitabın sonuna gelindiğinde neler olup bittiğini bence herkes okuyarak öğrenmeli. Kitabı klasik yaklaşımların dışında bir dokunuşla ele almak istedim çünkü bugüne, geçmişe ve insana dair çok şey var. Yarın için de söyledikleri var ama beni en çok etkileyen şey bunlar değil.

Zweig’in intihar etmeden önce yazdığı son kitabıdır Satranç. Ben son sözleri olarak bakıyorum bu duruma. Oyun, yolculuk, hiçlik ve baskı… Benzer işler evet… Benzer hayatlar…

(Eksik Parça Yayınları, Karakalem Serisi.)          

Kübra Akkuş