Son yıllarda çıkan en iyi fantastik daha doğru bir tanımla mitolojik romanlardan biridir. Okuyucu olarak bu başarısını aynı türde yazılan diğer eserlerin en iyi, en güzel, en muhteşem, en kötü; kısacası bir şeylerin “en” olduğu karakterleri anlatırken Ben Kirke’nin ise kusurları, ötekileştirileni hatta zayıf olanı anlatmasına bağlıyorum. Çünkü kusurlu olan, yanlışlar yapan ve ötekileştirilen, benimsenmeye daha müsait oluyor. Elbette tüm bunlar kurgusunun kötü olduğu anlamına gelmiyor aksine kitabı şahlandıranın bu kurgusu olduğu kanaatindeyim.

Şimdi Kirke’yi anlatmanın tam yeri ve zamanı. Fakat bildiğiniz üzere burada işler biraz farklı yürüyor. Kitabı tahlil etmektense size kitabı okumaya ikna etmekle ilgileniyor bunu da alıntılarla yapıyorum.

“Bir engereğe avucunuzdan yemek yemeyi öğretebilirsiniz ama ısırma arzusunu içinden söküp alamazsınız.”

Şüphesiz bu satırlar kitabın en etkileyici cümlesini oluşturuyor. Peki bize ne demek istiyor, hiç düşündünüz mü? Değişim, değişmek, ehlileştirmek… Bütün bu kavramlar anlatılmak istenilenin eteğinden tutuyor fakat Kirke’nin dışlanmışlığını düşünerek onun söylediği sözler minvalinde cümleyi yeniden ele aldığımızda sizin de içiniz burkulmuyor mu? Yabancılaştırılan kişi ya da kişiler kendilerine iyi niyetle atılan her adımda bu korkuyu yaşıyorsa hayat düzlemleriyle ilgili adil, demek ne denli doğru olabilir ki? Bunun en net tanımı her daim savaşa hazır olmak değil midir? Günün birinde size saldırmayı bekleyen o kişiye gülümsemek… Kirke’nin yaşadığının ilk 100-150 sayfa için özetle bu olduğunu söyleyebilir ve şöyle devam edebilirim, herkesin “en”lerle çevrelendiği yerde felaket olmak bir seçim değil kaderdi. Kirke ise sadece bu kaderi yaşamakla sorumluydu.

Stan Lee’ye bir röportajında şöyle bir soru yöneltilir: “Thor ve Ironman kavga etse kim kazanır?” Sten Lee soruyu gülümseyerek yanıtlar: “Çizgi romanın yazarı kimi isterse o kazanır.” Aslında mevzu tam olarak bu. Birtakım tabular ve güç merkezleri var. Komik olan ise bunları güçlendiren de bunlardan şikâyet eden de biziz. Aynı gerçek hayatta olduğu gibi. Tavırlarımız, seçimlerimiz, kurgularımız birilerinin en güçlü olmasına sebep oluyor ve bundan klişe bir rahatsızlık duyuyoruz. Durum böyle olunca ilgimiz güçsüzlükten doğan güce yöneliyor. Kirke bunun mitolojideki en iyi örneklerinden biri. Yazar onun hor görülmesini istiyor. Canını yakıyor hatta aşağılanmasına sebebiyet veriyor. Okuyucuyu karaktere bağlayan asıl dokunuşun da bu olduğuna inanıyorum. Esere deyim yerindeyse mazlumun yanında olma eylemiyle sarılıyoruz.   

Kitabın sürükleyici olmasının temel nedenlerinden biri de bu devranın dönüp dönmeyeceğine olan merakımızdır, desem hiç de yanlış olmaz.

“Altın da olsa kafes, kafestir”

Bu söz kitabın geleceğine çok yerinde bir dokunuş yaparak belki de okuyucuya sonu fısıldıyor. Elbette bu durum metin bitince fark edilen güzelliklerden biri.

“Bir yaşam diğerlerinden daha mı kıymetli?”

Dünde, bugünde, kitapta, gerçekte ve hatta yarında… Bencillik hastalığının aramızda kol gezdiği şu zamanlarda, nedendir bilinmez bazı canları başkalarından üstün tutuyoruz. Hatta abartıp en üstünler(!) seçiyoruz. Peki, ne farkı var caddenin ortasında ölen adamla kulenin tepesinde ölen adamın? Ya da kim belirliyor birinin diğerinden üstünlüğünü? Çıkamıyorum işin içinden. Okurken de çıkamadım, yazarken de çıkamıyorum.

Kitabın yarısını geride bırakırken olaylar bambaşka bir yere geliyor; yalnızlık, umut ve korku ötekileşmenin önüne geçiyor.

“Bir daha asla tek başınalık olmayacak bir yalnızlık.”

Karakterimiz annelik kavramıyla güçleniyor. Her şeyi aşmasının da her şeye göz yummasının da ve yine her şeyi göze almasının da sebebi bu oluyor; annelik!

“Çocuklar, biri diğerinin yerine geçebilecek tahıl çuvalları değildir.”

Fiziki farklılıkların ön planda tutulduğu bir kurguda böyle bir cümleye rastlamak öncelikle yüzümü güldürdü. Bu cümlenin çok yerinde olduğuna inanıyorum ve yazarın tezatlıklarının kitap boyunca olduğu gibi burada da kendini gösterdiği düşüncesindeyim. Bana kalırsa Ben Kirke, karşıtlıkların romanı.

“Kesinliğine, doğru davranışların yanlıştan keskin bir şekilde ayrıldığı, hataların sonuçları olduğu, canavarların yenilgiye uğradığı kolay bir yer olan dünyasına bayılıyordum. Böyle bir dünya bilmiyordum ama bana izin verildiği sürece orada yaşardım.”

“Sorunun bir meşe fidesi gibi olduğunu düşündüm. Toprağın üstünde basit, yeşil bir filiz ama altında dallı budaklı kökler çukur açıyor, derinlere yayılıyor.”

Bu cümleler, içinde bulunduğumuz hayatın basit iki temeli ve kitabı taşıyan düşünceler olduğunu söyleyebilirim. Bir ada, Kirke ve çocuğu, desem acaba bu spoiler sayılır mı? Sayılmasın.

Yaşananlardan çıkarılan bazı dersler olarak gözümüze çarpan bu cümlelerin yakında olacakların habercisi olduğunu söyleyebilirim. Çünkü sorunlar var ve çoğu yüzeysel görünüyor fakat aksine derinlere ulaşan, kökleriyle sökmeye çalıştıkça çoğu zaman da yıkmak dışında ele hiçbir şey geçmiyor.  Ve şu netlik kavramı… Kararsızlıkla sıkıştığımızda değerini bilmesek belki farkına bile varamayacağımız yaşantımızın her anında boy gösteren büyük bir artı.

“Yara kabuğunun koparılması gerekiyorsa en iyisi çabucak yapılmasıdır.”

“Bana bir şey olmayacak söz veriyorum.’’ “Öyle bir söz veremezsin, diye bağırmak istedim.”

Ne kadar yaralı bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu bilmek istersiniz diye düşündüm. Bu cümlenin yazımda bulunmasının da tek sebebi bu.

Oğlunun yaşamasını isteyen Kirke’ye karşın “Bir ölümlünün yaşamında ölüm hariç herhangi bir mecburiyeti yoktur.” denilir. Gerçek budur ve ölümün soğukluğu kâğıttan sayfalarda bile hissedilir. Derken kitap tam tadında bir finalle son bulur. Şöyle bir bakınca geride başarılı bir çeviri, iyi bir kurgu ve keyif veren betimlemeler görüyorum.

Ben Kirke unutup yeniden okumayı arzuladığım kitaplardan biri oldu. Okumayanlar için ise en yakın zamanda okunması gerekenler listesinin başını çekmesi gerektiğine inanıyorum.

(İthaki Yayınları 2. Baskı)

Kübra Akkuş