1984, distopya denilince akla gelen ilk kitaplardan biridir ve bunu abartılarak kavuştuğu ününden değil 1948 yılında yazılıp geleceğe hatta bugüne ve belki yarına karşı olağanüstü öngörüsünden alır.

“Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz.” Henüz ilk sayfalarında karşılaşılan bu cümle bahsi geçen distopik dönemin ne denli rahatsız edici olduğunu okuyucuya kuvvetle hissettirmeye başlıyor. Ardından gelen satırlarda aile kavramının nasıl bozulduğunu, çocukların artık hükümet için doğduklarını ve düşünmenin suç sayıldığı bir dünyayı okuyoruz. Kitapta bahsi geçen ülkenin genel hatları, aşağı yukarı bu şekilde diyebilirim.

Bir tele-ekran sayesinde insanlar sürekli izleniyor ve hükümetin yalan yanlış başarıları halka duyuruluyor fakat öyle bir durum ki bu insanlar şeker ve kahveye dahi ulaşamazken bütün bu kazanımlara inanıyorlar. Daha doğrusu inanmayı seçiyorlar. Burası benim “aşamıyorum” dediğim bölüm. Üzerinde uzun uzun düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum ve hepimiz düşünelim istiyorum.  Evet kitaptaki politik, rejimsel göndermelerin az çok farkındayız ama ben biraz daha şimdiye ve hayatın içine çekerek bakmak istiyorum bu duruma. İnanmak ve inanmayı seçmek arasındaki fark…  Neye inandığınızı hiç düşündünüz mü ya da inanmayı seçtiğinizi? Mesela kendinize inanıyor musunuz yoksa inanmayı mı seçiyorsunuz? Yarına inanıyor musunuz yoksa sadece inanmayı mı seçiyorsunuz? Bunlar bir köprünün iki ucu kadar birbirinden uzak kavramlar. İnanmak, içseldir. Bir çare değil tercihtir. Size aittir ve bu sebeple onun getirdiği her şeyi göğüsleyebilirsiniz ama inanmayı seçmek mecburiyettir. “Seçmek” kavramının asıl manasının aksine burada sözde özgürlük anlamında kullanılır. İnandığınız şeye doğrudan inanıyorum, dersiniz fakat çevresel ya da farklı sebeple mecbur kalınca inanmayı seçersiniz. Bu sözde seçim hayal kırıklığı ve suçluluk taşır. Nihayetinde muhakkak ezer geçer sizi…

İnanmak, bir çiçek tohumu dikmektir toprağa; inanmayı seçmekse bir vazoyu su doldurup kopardığınız çiçekleri içine koymaktır. 

Daha kötüsünden kaçtığınıza inandığınız için attığınız bir adımdır belki de. Kitapta da böyle. Kimse inanmıyor aslında ama inanmayı seçiyor. Ana karakterler… İkisi de fanatik görünüyorlar özellikle de kadın olanı fakat konuştuklarında yani gerçekler üzerine konuştuklarında durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Aksi taktirde başlarına gelecekleri biliyorlar çünkü.

Yine kitabın hemen başlarında şöyle bir durum var: Yönetim suçlu bulduğu ya da savaşlardan elde ettiği esirleri bütün ulusun hatta bütün çocukların gözü önünde asıyor. Bir düşünmek gerek, bizim çocuklarımızın gözleri önünde neler oluyor? Bu onları nereye götürüyor?

Korkunç olansa yetişkinlerden ziyade çocukların bu rejimin içine doğmalarından olsa gerek durumu normalleştirmeleri, içselleştirmeleri. Bu çocukların tek istedikleri birilerinin asıldığını görmek. Yönetimin suç saydığı hiçbir şeye tahammülleri yok.

Bir şeyi normalleştirmenin en kolay yolu, bu durum oluşum hâlindeyken içine doğan bireyler yetiştirmek olduğunu kitaptan satır satır okuyoruz. Tam olarak bu yüzden mi bilinmez ama Orwell bu kitap için isim olarak “Avrupa’daki Son Adam” üzerinde de durmuş.

1984, geleceğe karşı korkunç derecede yerinde bir öngörü barındırıyor demiştim. Ne yazık ki sayfalar ilerledikçe bunu daha da iyi anlıyoruz. Örneğin aile kavramına olan yaklaşım... Ben kitapta olanı anlatayım, siz lütfen durup biraz düşünün.

Aile, arkadaşlık gibi sevgi üzerine kurulmuş kavramları sarsmaya çalışan yönetimin lideri olan karakterin “Büyük Birader” olarak anılması ve insanların ona karşı sonsuz bir sevgi duymaları yazarın asıl büyük eleştirisi… Aile kavramından seçilmiş olan “Birader” sözcüğüyse elbette tesadüf değil.

Çocuklar ya da biz yetişkinler aile denildiğinde artık neleri sayıyoruz? Anne, baba, kardeş sevgisiyle eşdeğer olarak belki de daha fazla kimleri ve neleri seviyoruz, nelere vakit ayırıyoruz? Onlar tele-ekran üzerinden izlenirken bizler kendi tele-ekranlarımız üzerinden izlenmeye çalışmıyor muyuz? Telefon ve bilgisayar kameraları hakkındaki birtakım teoriler ortaya atılıyor. Bunları duyunca paniklerken yirmi dört saatimizi başkalarına izletmek için uğraşmıyor muyuz?

Romanda dünya üzerindeki üç süper güç ve bunların savaşları yer alıyor. Bu öyle bir şey ki bugün birbiriyle savaş hâlinde olan iki devlet bir hafta sonra hiç savaşmamışçasına kardeşçe bir duruş sergileyebiliyor. İnsanlarsa söylenene inanmakla yükümlü olduklarından sorgulamıyorlar. Hiç savaşmadık diyen devlete, evet öyle yapmadınız, diyorlar.

Zaten bir gücün diğer gücü yenmesi mümkün de değil. Dehşet dengesi hâkim… Kimse kimseyi yenemiyor ya da yenilemiyor. Kazanılan toprak ya da kaybedilen herhangi bir şey söz konusu değil. Bir tek amaç var. Yaşam standartlarını yükseltmeden üretileni tüketmek…

“Düşünce suçu ölümü gerektirmez. Düşünce suçunun KENDİSİ ölümdür.”

Winston kitapta içsel bir isyanı temsil ediyor. Bunun sonucunda da olabilecek en büyük suçu, düşünce suçunu işliyor. Bunu yaparken de kendini ölü bir adam olarak görüyor çünkü biliyor ki hiçbir düşünce suçu cezasız kalmaz.

Zihninde dönüp duranları kağıda aktarmaya başladığındaysa çaresizliğinin boyutu gözler önüne seriliyor. Parti geçmişi ve geleceği şekillendirmek için yepyeni bir dil inşa etmiş durumda.

“Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak.”

Yönetim her şeyi çıkarlarına göre oluşturduğundan gelecekte birisi bu oluşuma karşı gelmek istese dahi yapamayacak çünkü bunu ifade edecek kelimeleri, bu sebeple de fikirleri olmayacak. En iyi ihtimalle huzursuzluk boyutunda kalacak isyanı.

“Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa bu hiç kuşkusuz işkenceden de ölümden de beter bir şeydi.”

Büyük Birader’in konuşmalarının tasvir edildiği satırlar ise fanatizmin bir toplum için ne denli zararlı olabileceğini gösteriyor. Ben sadece toplum için değil kişi içinde zararlı olabileceğini düşünüyorum. Sonuçta dün yanlışlarına göz yumduklarımız bugün en büyük hatalarımız hâlini almıyor mu? Onları haklı çıkarmak için uydurduklarımız bahane değil mi? Demek istediğim elbette herkes hata yapar fakat neyi affetmememiz gerektiğini anlamalı ve bunun idrakine varmış bireyler yetiştirmemiz gerekir. Öz saygımız için, kendimizi sevebilmek için, bir tane olan ömrümüzü yaşayabilmek için…

En çok etkilendiğim yer, Winston’un işkence gördüğü bölüm oldu. Onun direnişi ve yenilgisi öylesine doğru yansıtılmıştı ki kaybedişine eşlik ederken buldum kendimi.

101 nolu oda… İçinde ne olduğunu herkes bilirdi. Dünyanın en kötü şeyi vardı. Peki neydi o? Kişiden kişiye değişirdi. Winston için bunun karşılığı sıçanlardı. Aşkı yüzünden buraya düşmüştü. Karşı karşıya kaldığı işkence onu dehşete düşürdüğünde şöyle bir şey oldu:

“Yok, hayır, fazla iyimserliğe kapılmamalıydı, yalnızca bir umut, ufacık bir umuttu bu. Belki de artık çok geçti ama birden, dünyada cezasını aktarabileceği tek bir kişi, kendisi ile sıçanların arasına atabileceği tek bir beden olduğunu anladı ve o anda, deliler gibi, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: ‘Julia’ya yapın! Julia’ya yapın! Beni bırakın! Julia’ya yapın!’”

Bütün bunların yaşandığı yerse Sevgi Bakanlığı’ydı.

Orwell’ın kaleminde sevgi yeryüzünden böyle uzaklaşıyordu. Dünya böyle bir yerdi ya da olma yolunda ilerliyordu. Bütün bu yazdıklarım 1984’ü anlatırken giriş dediğimiz o bölümü bile oluşturmaz. Birkaç kitap gerekir anlatmak, anlamak için ama meraklandırmak için yeterli derecede bahsettiğime inanıyorum.

Son olarak Orwell sözlerini şöyle tamamlıyor 1984’te “Winston başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. O siyah bıyığın ardına gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. Ah, o acımasız, boş aldanışlar! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar! Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü ama artık her şey yoluna girmişti, mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader’i çok seviyordu.”

(Can Yayınları, 60 Baskı.)

Kübra Akkuş