Cuma başlar, pazartesi karar verilir; vatandaş anlamaya çalışır, müfettiş uyur, protokol susar... Peki ya adalet? O da “denetimli” mi artık?

Cuma günü başlayan soruşturma, hafta sonunu pas geçmeden, pazartesiye karar bağlandı: Denetimli ev hapsi. Buyurun cenaze namazına...

Ben diyeyim 4, siz deyin 5 yıl sürecek bir mahkeme süreci başladı. Yani vatandaşın deyimiyle: “Mahkeme murakabe, karar meçhul, süreç de sabır testi…”

Peki soralım şimdi:
Seçim süreci boyunca mikrofonlardan, balkonlardan, meydanlardan dökülen o gür sözler neydi?
“Çok çalmışlar!”
“Belediyeyi resmen soymuşlar!”
“Hırsız bunlar!”

Ee?
Şimdi ne oldu da o dosyalardan sadece bir tanesi tutuklamayla sonuçlandı?
Yoksa diğer dosyalar tatilde mi?

Bir de şu meşhur müfettiş meselesi var… 10 ay boyunca belediyeye kamp kurmuş.
Oturmuş.
Yemiş.
İçmiş.
Biraz uyumuş belki.
Ama çalışmamış.
Kendi cebine değil, devletin kağıdına “bir şey bulamadım” yazıp çıkmış.
Hadi o müfettişe sormayalım da, onu gönderenlere bir zahmet soralım:
Neye baktı bu adam 10 ay boyunca?
Yoksa “göz var nizam var” kısmını sadece seçim dönemlerinde mi hatırlıyoruz?

Bugün geldiğimiz noktada bir tutuklama var ama o da “denetimli ev hapsi”.
Evde!
Oturacak, düşünecek, belki Netflix’te bir şeyler izleyip “ne günlerdi be” diyecek.

Ama sokaktaki vatandaş ne yapacak?
O seçim mitinglerinde duyduğu sözleri ne yapacak?
Hakkını aramak isterse kimi dinleyecek?

Meydanlarda yüksek sesle çalınan adalet marşları, şimdi kısık sesli bekleme müziğine dönüştü.
“Bip bip… Lütfen hatta kalın… Adaletinize şu an ulaşılamıyor…”

Mizah bir yana, mesele ciddi:
Ya gerçekten bir şey yoktu ve aylarca insanlara iftira atıldı,
ya da gerçekten büyük bir vurgun vardı ama öylece geçiştirildi.

Her iki durumda da zarar kimin?
Vatandaşın.
Çünkü olan, yine halkın güvenine, inancına ve sağduyusuna oldu.

Ve şimdi…
Çetin Bozkurt, suçlandığı soruşturma sürecinden bir kahraman olarak çıktı.
Şu an şikâyetçi olan kurum düşünsün:
Kendi kahramanını kendi yarattı.

Eğer bir kurum, kendi vatandaşını mahkemeye verip o vatandaş “suçsuz” çıkabiliyorsa,
ve ardından hâlâ “hak, hukuk, adalet” sloganlarıyla sokaklar inliyorsa…
Ortaya çıkan bu tablo, sadece hukuki değil, ahlaki olarak da derin bir sorgulamayı hak ediyor.

Unutmayalım:
Adalet geç gelenle değil, hiç gelmeyenle bitiyor.
Ve bir ülkede adaletin sesi kısıksa, hiçbir mikrofon doğru çalışmaz.