" Benim efendim!
  Ben sana bendim! 
  Bir üfledin de
  Yıkıldı bend'im.
Mısralarıyla, büyük bir bağlılık ifade ettiği  Seyyid Abdülhakim Arvasi'yi 1934 yılında tanıdıktan sonra hayatında büyük bir değişim ve dönüşüm olmuştur. Kısakürek için bu tanışma bir milat olmustur.
"Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız,
Rûhuma büyük temel çivisini çaktınız."
Ayrıca bu dönemden sonra sanat ve edebiyat çevrelerinde "mistik şair" ve "bay mistik" diye anılmaya başlayan Kısakürek, 
 "30 Yıl" başlıklı şiirinde:
 "Tam 30 yıl saatim işlemiş, ben durmuşum, Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."
Diyerek, eski hayatını sildiğini ve artık yeni bir hayatı ve anlayışı benimsediğini ifade eder. Necip Fazıl " sanatına yazık etti diyenlere;
"Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış"
Mısralarıyla cevap verir.
O dışa bakmaktan ziyade kendi içine bakar ve kendisiyle hesaplaşır. Kendi içindeki iniş ve çıkışların, tabiattaki, iniş ve çıkışlardan daha derin olduğunu ifade eder.
"Boşuna gezmişim yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış."
Gece bir hendeğe düsercesine, birden bire gerçeğin ortasına düşerek, geçmiş ve geleceğin sırrına erer; sonsuzluk kervanının bir yolcusu olur.
"Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin."
Eski silinir ve gider kaybolur o zamana kadar kendisine kurduğu sırça sarayı yerle bir ederek, onu çepeçevre  kuşatacak olan ezel ve ebed duygusuna ulaşır.
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü kafdağı.
Bir zerreciğim ki, Arşa gebeğim,
Dev sancılarımın budur kaynağı.
Arşa gebe olan bir zerrecik toz kelebeğin minicik gövdesine kaf dağı yüklenmiştir ve bu yükün dev sancılarını çeker. Bu yük ve sancı;
"Emaneti dağlara teklif ve arz ettik. Onlar bu emaneti yüklenmekten korktular çekindiler. İnsan ki, bu emanet yüklendi. Muhakkak ki, o cahil ve zalimdir." İlahi hüküm gereği, dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiştir.
Bu değişim ve dönüşümü, "Çile" şiiriyle ortaya koyar. Oklanmış gibi kendini hisseder. Ve bu ok bir anda can elmasını kavurur, burnu "yok" un burnuna değer ve " kusar öz ağzından kafatasını. Yepyeni bir dünyaya adım atar; bu dünya hakikatın dünyasıdır. Ateşte ve cımbızda olmayan büyük fikir çilesi çeker. Kim olduğunu aynalara sorar.
"Aynalar söyleyın bana, ben kimim?" 

Faizsiz Araba... Faizsiz Araba...

 "Ne hasta bekler sabahı, 
ne taze ölüyü mezar,
Seni beklediğim kadar."
"Bir zehirli kıymık gibi beynimde"
He fikir içimde bir çift kelepçe.
Aynalar bakmayın yüzüme dimdik,
İşte yakalandık, kelepçelendik.
Beni beklemeyin o bir hevesti, 
Gelemem aynalar yolumu kesti."
"Başımın tokmağı, indi başıma."
Mısraları, "Sultanu'ş Şuara" ünvanının boşuna verilmediğinin isbatı değil midir?
Hitabeleri, hikayeleri, tiyatro eserleri, Tarihi eserleri, Babı-ı Ali maceraları, polemikleri...
O, sanatı davası için kullanan ve san'atını İslamın emrine veren bir insandı. Soysuz bir düşüncenin, şahsiyetsiz ve çarpık bir san'at anlayışının kucağına düşmüş,  onun perestişkarı  olmuş bir taklitçiler topluluģuna, ruhuyla,  kalbiyle, sezgileriyle ve soylu sanat dehasiyle karşı çıkan çileli adam: Necip Fazıl Kısakürek
Büyük düşünür Necip Fazıl’ı yalnızca şair olarak bilmek ve tanımak yetmez. O şiirden başka tiyatro, tarih, tenkit, biyografya, hikâye, makale, mizah türlerinde otuzdan fazla eser verdi. Günlük gazetelerde fıkralar yazdı. Konferansları olay yaratıyordu.
1944 yılından sonra çıkarmaya başladığı “Büyük Doğu” dergisi, onun doğrudan kendisinin kurduğu düşünce sisteminin adı olmuştur. Yazdığı “İdeolocya Örgüsü” adlı eseri ile Necip Fazıl Kısakürek bu düşünce sistemini ana hatlarıyla açıklamış; bu düşünce sistemi ile kendine özgü bir tarih muhasebesi, devlet anlayışı, estetik bakış ve fikri duruş sergileme amacını gütmüştür.
Üstad Sezai Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek'in en önemli misyonunun "İslam" idealini gündeme getirmesi ve onu ömrü boyunca yüksek sesle savunması olduğunu Diriliş Dergisi'nde şu sözlerle anlatmıştı:
"Şüphesiz büyük bir şairdi. Şiiri hakkında en uzun incelemeyi yapmış biri olarak burada onun üzerinde durmayı fazla bulurum. O inceleme ki, nice incelemelerin, doktora tezlerinin hazırlanmasında bir kaynak oldu. Yalnız ona mahsus olan bir özellik, bir düşünürdü Üstad. Önemli bir piyes yazarıydı. Polemik yanı, tartışma, kalemi ve cesareti ünlüydü. Nice tabu konulara el atmıştı. Fakat asıl özelliği bunların ötesinde...
Çünkü şair olarak, piyes yazarı olarak geçmişte ya da bu çağda, biz de, ya da dışarıda emsali bulunabilir. Ama, öyle bir özelliği var ki, bu, geldiği çağ gereği, yalnız ona mahsus olan bir özellik. Misyonu da bu noktada gizli üstadın. Bu misyon, ülkemizde, entelektüel planda, sadece bilim alanında değil, yaşama planında 'İslam'ın gündeme getirilmesidir. Entelektüellerin İslam'a dönüp bakmalarını sağladı. İslam'ı bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini söyledi. İslam'ı çağımız insanı için de, gelecek zaman insanı için de yaşanacak bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini O söyledi. O, bunu bir bilim konusu gibi değil, canlı bir savaşım şeklinde sürdürdü."
O, müslüman bir milletin şahsiyetini oluşturan bin yıllık tarihimizin son iki asırlık nesiller elinde nasıl perişan hale getirildiğini; inkar, taklit ve köksüzlük yarışında  ne kepazeliklere  katlanıldığını gören, sezen anlayan ve sonunda bütün gücüyle bu batı takliçiliğine hayır diyen adamdır.  Tek kelimeyle bin yıllık Türk tarihinin elli yıllık fikir ve san'at hayatının en şerefli ve en haysiyetli sözcüsüdür O. On asırlık tarihinden ve islam kültüründen sökülmüş, bütün mukaddes değerleri alt üst olmuş ve kendi kendisinin yabancısı haline gelmiş bir toplulukta itiraf edelim ki ilk haysiyetli çığlığı koparan Necip Fazıl Kısakürek olmuştur.
"Durun kalabalıklar durun bu cadde çıkmaz sokak,
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.
Durun durun bir dünya inliyor tepemizden
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden."
Çocukluğundan beri yaşadığı cemiyetin tezatlarını ve kültür buhranlarını o emsalsiz sezgisiyle gören ve ıstırabını çeken Kısakürek, tarihin bu acı döneminde kendi kültüründen kopmuş zavallı insanlar ülkesi haline gelen Türkiye nin taşına  toprağına ve suyuna sesle necek kadar kendisini yalnız hisseder. Sakarya Destanı bu ızdırabın çığlığıdır.
"Sakarya saf çocuğü masum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun.
Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya."
Toplumumuzun beynine musallat olmuş urları araştırmaya koyulur. Tanzimat denen yabancılaşma hareketinin tarihi muhasebesini yapar. Bu maymunlaşma devrine ön ayak olan aydınların ihanet planlarını tek tek belgelere bağlar ve cemiyetin gözleri önünde korkusuzca teşhir eder.
"Tam bir buçuk asırdır maymunlardan elaman, Bizdeki hale nisbet maymun taklitten pişman"
Ona göre, kainatta tek bir hakikat vardır: İslam. Şucunun bucusu, bucunun ocusu, kim neyi nerede arıyorsa, aradıģını İslamda bulabilir." Diyordu ve islamı bir ideoloji olarak, bir dünya görüşü olarak ortaya koydu.
İslam Ideolocyası, böyle bir çabanın ürünüdür.
Allah demenin suç sayıldığı bir dönemde O, İslamı meydanlara taşıdı ve belde belde, ilçe ilçe, şehir şehir gezerek ' mukaddes emaneti" genç nesillere anlattı. Kendi döneminde ve sonraki dönemde ortaya çıkan nesiller onun fikirlerinden ve dava adamlığından beslenerek biraraya geldiler ve ruhlarını bir derdin (İslam'ın) potasında eritmeyi başardılar.
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!
Diriliş, mavera, MTTB, Akıncılar, İslamı Gençlik, onun "paltosunun" "Büyük Doğunun) altından çıkmıştır.
 Günümüzde ona dudak bükenler, onun fikirlerinin dava adamlığının, şiirinin, tiyatro, aksiyon ve müücadele ruhunun topuğuna bile ulaşamadılar. Toplumun geleceği ve geçmişi adına, yetmiş yedi cümle kuramayanlar, O'nun kaleme aldıģı yetmiş yedi eseri küçümsediler. Halbuki hiç bir şey yazmasaydı da,"Sakarya, Zindandan Mehmed'e Mektup, Çile, Kaldırımlar şiirleri onu anmaya yeterdi. Onun kaldırımlar şiiri için; " Bir mısrası bir millete şeref vermeğe yeter!"!dedikleri şairi ,muslüman olduğu ve onu kâinatın tek nizamı diye ilan ettiği için okuma kitaplarından çıkardılar ve eserlerini tiyatro sahnelerinden kovdular. Âdeta onu  "ademe mahkum ettiler.
Hayatında zikzaklar var imiş. Bunu söyleyenlerin (Mustafa Özturk) zikzakları, kendilerini vatanı terketmek zorunda bırakmadı mı?
O mazi tahrip edilirken de konuştu, istikbal kurulurken de konuştu. Abdülhamit' e "kızıl Sultan" denildiği bir dönemde, "ULUHAKAN ABDULHAMİD HAN" diye bir eser yazarak, hem bunu söyleyenlerin yalan ve iftiralarını suratlarına çarptı, diğer taraftan da, Abdulhamid'e atılan iftiralara "dur" dedi. Yine; "En büyük vatan dostu Vahididdün Han" kitabıyla, o döneme dair  sisleri dağıtmaya çalıştı.
Binbir çileyle, tüm baskılara, soruşturmalara ve zindanlara atılmalara rağmen,
" Vur kazmayı dağa Ferhad,
   Çoğu gitti azı kaldı" 
 diyerek bizler için " Surda bir gedik" açtı.
"Surda bir gedik açtık Mukddes mi mukaddes,
  Ey kahpe rüzgar artık, ne yandan esersen es!"
Milletin ruh kökune musallat olan haşerelere karşı hayatın her alanında inanılmaz bir mücadele verdi. Nesiller arası çatışmayı ve batı taklitçiliğini;
"üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
üst kat: elinde tespih, ağlıyor babaannem
orta kat: (mavs) oynayan annem ve âşıkları,
alt kat: kızkardeşimin (tamtam) da çığlıkları"
 diyerek hicvetti ve ömrünün sonuna kadar  "hakikatin dönmez davacısi" oldu.
Ölüm döşeğinde Rabbine;
"Tülbent içinde çenem,
Eski kütükte senem.
Geliyorum."
Diyordu.
"Gideriz nur yolu izde gideriz.
Taş bağırda, sular dizde gideriz.
Bir gün akşam olur bizde gideriz.
Kalır dudaklarda şarkımız bizim."
Diyerek, dudaklarımızda sonsuzluğun ebedi şarkısını bırakıp, mutmain ve huzurlu bir kalple 25 Mayıs 1983 te Rabbine kavuştu.
Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşallah. 

Zinnur ŞİMŞEK

Editör: Osman Sav