“Bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor.”
Simyacı, alegorik eser denilince akla gelen ilk kitaplardandır. Kahramanımızın gördüğü rüyanın peşine düştüğü bu kitapta ne var derseniz özetle bolca düşünmek var, derim. Dünü ve yarını değil şimdiyi düşünmek…
Santiago’nun ailesi onun bir rahip olmasını istiyordur fakat o gezgin olmayı arzulamaktadır. Bir gün babasına durumu anlatır ve babası da bir kese altın verip ‘git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınları bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünya dolaş’ der ve oğluna izin verir. Santiago bu parayla bir koyun sürüsü alıp dünyayı gezmeye başlar. Bir süre sonra yıkık bir klişeye girer ve içindeki incir ağacının altında uykuya dalar. Burada onu bambaşka bir hayata götürecek olan o düşü görür. Mısır piramitlerinin yanındaki hazineyi… Uyanınca rüyasını bir falcıya ve ardından kendini Salem Kralı olarak tanıtan yaşlı bir adama anlatır. Ve Santiago’nun asıl hayat serüveninin başlamasına neden olacak o cümleyi eder: “Çünkü sen, kendi Kişisel Menkıbeni yaşamaya çalışıyorsun.” Bu satırların ardından Santiago’yla beraber hazinenin peşine düştüğümüz yalnız onun değil kendi yolculuğumuzun da ilk adımlarını attığımız o satırlar gelir.
(Kitabı baştan sona anlatarak Simyacı’yı sıfırdan okuyup onu keşfetme zevkini kimsenin elinden almayacağım. Çizdiğim cümleler üzerinden ilerleyerek kitabı neden okumanız gerektiğini anlatmaya çalışacağım.)
Simyacı, simgelerle ilerleyen bir yolculuk kitabı ve bu yol gözün görmediği içsel mesafeleri de barındırıyor. Salem Kralı, Snatiago’yu şu sözlerle yolcu ediyor; “Her şeyin bir tek şey olduğunu asla unutma. Simgelerin dilini unutma. Ve özellikle, Kişisel Menkıbenin sonuna kadar gitmeyi unutma.”
“Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.”
Santiago yolculuğunun ilk bölümünde büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Canı yandı. Her şey umduğundan çok farklı ilerliyordu. Pes ediyor, sızlanıyordu. Yaşadıkları onu mola vermeye mecbur bıraktığında bu defa bambaşka biriydi. Çünkü anlamaya başlamıştı. Yo öyle özel bir şey değildi anladığı, her zaman olanlardı. Yazar bu durumu şöyle ifade ediyor; “İşte böyle yeni ve değişik şeyler öğrenmekteydi. Daha önce de yaşadığı şeylerdi bunlar ama gene de yeniydiler çünkü daha önce karşılaştığı ama varlıklarının farkına varamadığı şeylerdi bunlar.”
Kitabı bir insan olarak düşünürsek bana kalırsa omurgası tam olarak burası olurdu. Okurken bir şey geliyordan ziyade bir dakika ya, diyerek okuduğunu düşünmeye iten en güçlü bölümlerdendir. Hayatını karşısına alıp sakınca bakar okuyucu… Kendi yolculuğundaki yeni ve değişik olanı keşfetmek arzusuyla bakınır. Birinci bölüm burada biterken ikinci bölüm kitaptaki en sevdiğim yere uzanıyor. Hayaller üzerine inanılmaz bir konuşma dönüyor burada. Santiago hâlâ yolculuğundan ırakken bizim yolumuza ışık tutuyor. Yazar az evvel elimizdeki çomağı soktuğumuz deliği biraz daha karıştırmamız gerektiğini söyler gibi şöyle devam ediyor; “Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak. Büyük bir hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum; bu yüzden hayal kurmakla yetinmeye çalışıyorum.”
“Herkes kendi düşlerini aynı şekilde göremez; kendince görür.”
Kahramanımızı yeniden yola devam etmesi gerektiğini gösteren o gün geldiğinde sessizce ilerliyor. Geçmiş, gelecek zihnine tırmanıyor. Bir simyacı ile tanışıp onun Kişisel Menkıbesini dinliyor. Biraz da kendinden anlatıyor. Çöle uzanan yolculuğunda bambaşka bir hikâye var. Bir deveciden şimdiyi öğrendiği gibi İngiliz arkadaşının arayışından da kendi payını alıp şartların getirdiklerine boyun eğerek yolculuğunu sürdürüyor.
Çöldeki yolculukları her an daha da zorlu bir hâl alırken sonunda vardıkları vaha her şeye ilaç gibi geliyor. “Bir gün, bu binlerce hurma ağacının görüntüsü yalnızca bir anı olacaktı. Ama bu anda, onun için gölgeyi, suyu ve savaşa karşı bir sığınağı simgeliyordu.”
Evrenin ruhu ve evrenin dili diye tanımlanın birtakım şeyler var. Sandiago’nun yolculuğu bunları öğrenmekten geçiyor. Öğrenmek ve anlamaktan… Bu yolculuk elbette aşka da uzanıyor. Kahramanımız bir çöl kadınına aşık oluyor ama her şeyden önce bir kadına…
“Her gün yaşamak ya da ölmek içindi.”
Evrenin dilini çözünce yolculuğu onu hiç düşünmediği bir yere Simyacı’nın yanına çıkardı. Bu çölü onunla aşıp piramitlere ulaşacaktı. En azından o öyle olduğunu düşünüyordu fakat aşkı sebebiyle artık gitmek istemediğini fark etti. Kalmak ve yeni bir hayat kurmak istiyordu. Simyacı bunu duyunca şöyle söyledi; “Ve çıktığın yolda keşfettiğin şeyin bir anlamı olması için hazineni mutlaka bulmak zorundasın.”
Yola bir kere daha revan olan Sandiago aradığı hazineyi buldu bulmasına ama düşünde gördüğü yerde değil, giderken öğrendiklerinde ve tanıdıklarında…
Özetle Simyacı varmakla ilgili bir yolculuk kitabı değil en azından bir yere varmakla ilgili olmadığını rahatça söyleyebilirim. Simyacı daha çok farkına varmakla ilgili bir kitap. Kendinin, evrenin, çevrenin, zamanın ve hayallerin…
Kübra Akkuş