SAYE - ÖYKÜ...

Abone Ol

Nasıl olabilirdi?

Usulca bakışlarını ona çevirdi. Açık pencereden içeriye doldu fırtınayı taşıyan rüzgâr... Duvarın önündeki gazeteler, ihtiyar kitaplık, düzensizce istiflenmiş kitaplar, kolideki ambalajlar, masadaki mumun alevine varana kadar her şey titredi. Hâlbuki ne yangınlardan geçmişti bu rüzgâr; getire getire bir uğursuz soğuk mu getirmişti?

Toparlandı. Dikkatini yeniden ona verdi. Ne görmüştü az önce?

Nefessiz ve gerginlik dolu bir bekleyişin mesken tuttuğu odada gecenin bu saatinde akrep ve yelkovan donup kaldı. Vakit elini eteğini çekti andan; bütün saatler ve dakikalar onundu artık. Yetiremediği ne varsa yeterdi çünkü zaman mahiyetini kaybetmişti.

Şüpheleri zihnindeki ilk kuytudan içeri sızdı. İhtimallerin ötesindeki bu olasılık… Gözlerini kıstı. Yüzünde karanlık, korku ve heyecanla bezenmiş bir gülümseme oluştu. Kendini ikna etmek adına zikrini yineledi; gördüm, diye geçirdi aklından. Sahiden görmüştü.

Film gibi aktı zihninden dünde kalan ne

varsa. Sokaklar, parklar, caddeler, merdivenler… Anıları ne olursa olsun orada hep bu şüphe yok muydu? Hızlı hızlı kafasını çevirip ona baktığı zamanlarda da amacı bu değil miydi?

Daha önce de fark etmişti hareket ettiğini, o durunca gittiğini, radyoda çalan şarkıyla dans ettiğini, rüzgârda titrediğini, mumun alevine sokulup ısındığını… Yine olmuştu.

Korku muydu kalbini ezip geçen yoksa bencilce bir endişe mi? Daha yaşamın başında el ele dokunan bağları sürgün mü ediliyordu? Neydi şimdi bu? Ona doğru uzandı fakat yetiremedi gücünü. Dokunamadı. Yavaşça elini geri çekerken, masanın yüzeyine sürüldü varlığı. Fark etmiş miydi acaba? Hareketsizce bekledi.

Beklerken korktukları büyüdü.

Çoğu zaman hızlı hızlı yükselip alçalan göğsü, elma kokan nefesi, uzun süre kırpmadan beklettiği gözleri… Hiçbiri yoktu. Endişe duymalı mıydı? Yani gerçekten böylece bittiyse. Yerinden kalktı. Masa sallandı. Mumun alevi titredi.

Saçmalıyordu işte… Gecenin bu vaktinde gitmek olur muydu? Bu denli korkmasa buna kahkahalarla gülerdi. Eğilir bükülür, dizlerini döve döve gülerdi. Çünkü herkes bilirdi. Gitmek de kalmak da yüreğe düştüğünde nihayetsiz bir istekle çevrelerdi bulunduğu ortamı ve kimin elini tutarsa tutsun gitmek, kırmızı pullu bir ceket gibi yakışmazdı kimseciklere. Hiç olmazdı ama gidilirdi elbet kalmanın mümkün olmadığı her yerden.

Saye’ye yaklaşıp dikkatle izledi. Onsuz hareket edebiliyordu.

Alnını masaya bırakalı bir hayli zaman geçmişti. Kolları boşlukta sallanıyor, hafif aralık dudaklarından cılız bir soluk karışıyordu havaya. Ölmediyse de ölüyordu sanki.

Daha dikkatli baktı. Şayet ölüyorsa ne yapacaktı şimdi? Sandalyenin ve parkelerin üzerinde kıvrılan bedenini sürüyerek eski yerine döndü. Kafasının içinde türlü endişeler hayat bulurken en amansızına, ona muhtaç olduğuna kendisini inandırandı. Saye olmadan nasıl olurdu yaşamak?

Belki bir kitap ya da başka biri yeni evi olabilirdi. Heyecanla kapıya yöneldi. Ne kadar zor olabilirdi ki başkasını bulmak? Çok… Çok zor olurdu elbet. Geri döndü. Aptalca fikri çiçek gibi soldu.

Ona baktı. Ölmüş müydü? Peki şimdi ne olacaktı? Nasıl yürürdü artık sokaklarda, nasıl geçerdi nar ağaçlarının altından, nasıl arşa taşırdı onu dokunduğu her bir yağmur damlası, koşmak, dans etmek yok muydu artık? Mevsimler yok muydu? Omuzları çöktü gölgenin. Herhâlde Saye toprağın altına girerken o da yaşlı kitaplığın ardına saklanırdı. İçi sızladı. Olmayan yüreği titredi.

Atölyeyi böyle bırakmazlardı elbet. Bu hurdaları Saye’nin annesi çıkarırdı odadan. O zaman da salondaki çiçekli kanepenin içine girerdi. Gelen misafirlerin bardak şıngırtılarını dinler, tahta kurularıyla arkadaş olur, karanlığın onu yutmasını beklerdi. Kamburu top gibi yükseldi sırtından. Karanlığı ağardı. Dalgalandı görüntüsü. Üzgündü çok üzgün.

Demek ölenle böyle ölünüyordu.

Belki de geçen sene gittikleri mağaranın duvarında, rehberin bilmem kimin gölgesi diye tanıttığı gölgelerden biri olurdu. Öylece beklerdi. Peki neyi? Bilemedi.

Ezbere doğruların arasında eğilip bükülürken varlığı ve adına sevmek dediği ne varsa hoşça kal temennisiyle yola koymak üzere hazırlanmışken, az evvel yangınlardan kopup gelen rüzgâr bir kere daha sarıp sarmaladı atölyeyi. Bu defa değil gazete, duvarlar titredi. Buz kesti ortalık haziranın bir vakti.

Ona baktı. Ya çıkıp dolaşırsa şu dünyayı ne olurdu o zaman? Bu rüzgâra tutunup atlasa şu camdan, çıksa yola ve koşsa, şarkı söylese, arşa karışıp, dibe çökse… Şu kaldırımlar yatağı olsa… Yağmurlarda yıkansa… Gün dönse her bir kıtada üzerinden… Özgür olsa kim ne derdi? Hoş deseler ne olurdu?

Tabii ya… Neden saklanıyordu ki? Ne dokunabilir ne de yakalayabilirlerdi onu. Özgürlüğe yeltenirken niyeti halis fakat zihni ilmek ilmek zincirlere dolanmıştı.

Yetim bir çocuk gibi başını eğdi.

Bir tur daha döndü rüzgâr odanın içinde. Yanına gelmesini bekledi. Ona tutunduğu gibi ver elini hayat… Aynen böyle olacaktı.

Madem olacağı buydu şu kalbinin kuşu… O neden sızım sızımdı?

Ansızın kuru bir gürültüyle Saye’nin ağzından irice bir fındık yere düştü. Kendini hızla geri çekip derin bir nefes aldı.

O an ikisinin hareketleri birbirlerine bulandı. Aynı şekilde gölge de geriye geldi ve hafifçe arkaya doğru kırıldı. İkisi de elinin tersiyle dudaklarını sildi.

Hürriyeti firar etmişti. Karanlığını çevreleyen öfkeyle üzerine atılmak istedi Saye’nin. Bunun anlamını biliyordu. Onun ölmemiş olması ayağındaki prangaydı. Artık ne özgürce dolaşabileceği sokaklar vardı ne şarkılar ne de gün dönümü… Saye ne isterse oydu yaşayacağının adı.

Az önce gitmek zorunda olduğu için yakınıyordu şimdiyse kalması gerektiği için…

Düşündükçe nefretle bilendi öfkesi. Hâlbuki ne gerek vardı bütün bunlara? Neye inandıysa o değil miydi yaşayacağının adı?

Karanlığının ardından kuru bir nefretle izlemeye devam etti Saye’yi ve asla farkına varamadı ezbere hayatların kelepçeleriyle kendini tutsak ettiğinin.

Kübra Akkuş