Yüküyle, derdiyle, hayal gücüyle ve ortaya koyduklarıyla en iyilerden… Onun için eşi benzeri olmayan bir yapıt desem hiç abartmış olmam. Çünkü abartı bu kitap için pek mümkün olmayan bir sıfat. Söylenen her güzel söz, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün hakkıdır ve almıştır.
Okuyucu, kendisini bekleyen farklı dünyanın kapılarını, saatin nasıl da mahrem bir eşya olduğunu öğrendiğinde aralıyor. İlk olarak bu fikirle yavaşlayıp, düşüncelerimizi yadırgıyoruz. Biraz ilerleyince saniyelerin, dakikaların, saatlerin önemi yavaştan kulağımıza çalınmaya başlıyor ve buna inanmaktan kendimizi alamıyoruz.
Ben favori karakterimle ilk sayfalarda tanıştım. Nuri Efendi… Birinci bölümün beşinci kısmında kendisinden bolca söz edilirken “Beni adam eden saattir,” diyor ve ekliyor “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki zaman ve mekân, insanla mevcuttur.” Her bir cümlesiyle yeni bir beşeriyet yüklediği saat, aslında zaman denen şeyin önemini başımıza kakmak suretiyle defalarca önümüze iteliyor. Doğru yerden bakmasını bilirsek asla sahip olamayacağımız tek şeye, her an yeniden sahip olduğumuzu söylediğini görebiliriz. Kuvvetle bunun anlatıldığını hissediyorum. Üzerinde yürüdüğümüz ömür çizgisi belirsizliğiyle ayaklarımızın altında aşınırken, uzayıp giden avare bir koşudan ziyade dikkatimizin tamamını verdiğimiz kısa bir yürüyüşün yeğ olacağını söylüyor. Nuri Efendi zamanı insan kıvamına getiriyor ve bir insan gibi büyüyüp olgunlaştırıyor.
Zamanına sahip olmayı öğütleyen Nuri Efendi “Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır,” diye devam ediyor. En fazla önemi gösterenler değil midir o şeyin ayarını yapabilenler? Peki kendi hayatımıza karşı bir saniyenin lafını etmez, kıymetini bilemez, cömert(!) hâllerimiz… Bu ayar bilmezlik bizden neler götürüyor acaba? Bunu hiç sorgulamamış olmanın gerçeği karşısında dehşete kapılmış hâldeyim. Sayfalar ilerlerken bir nefes arası gibi duraksatıyor bu fikir insanı.
Rota buyken laf lafı açıyor ve ikinci bölüme hatta onun da sonuna geliyoruz. Zamandan sıyrıldığımızda şöyle diyor Hayri İrdal, “En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey; bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.”
Bolca yaptığımız seyahatlerden biridir -muhtemelen masrafsız oluşundan kaynaklanıyor- içimize kaçmak. Bazen görkemlidir bazense kedinin kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırması gibi korkakça... Her ikisinde de gördüğümüz nedir? Söylendiği gibi biz var mıyız?
Üçüncü bölüm. “Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer. Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyorum.” Hep olduğu gibi aslında zamana karşı tavrımız. Nasıl çalışıp geleceğinden emin olmadığımız emekliliğimiz için abartılı yatırımlar yapabiliyorsak, nasıl çocuklarımızın güzel bir geleceğe sahip olmaları için şu anlarını görmeyi fütursuzca israf ediyorsak zamana karşı da tavrımız aynı. Ömrümüzün kısalığından şikâyet ediyoruz fakat ortada yaşanan hayat diye adlandırılacak bir olay yok. Şimdi hiç olmamış gibi davranıp onu hep yarın için tüketiyoruz. Vakit kazanmak için bütün vaktimizi harcıyoruz. Üçüncü bölümde bolca başımıza kakılan durum bu. Hele hele yıl 2022’ken; bir kazak bir telefon için harcadığımız zamanlar… Nasıl da çağımızın oyuncağıyız?
Sonunda cümleler bizi Halit Ayarcı’ya getiriyor. Merhabalaştığımız satırlardan itibaren hepimiz hissediyoruz aslında büyüsünü. Henüz emin değilim kim olduğundan. Abartılı bir hayalperest mi, dolandırıcı mı, idealleri olan bir adam mı yoksa menfaatçi mi bilmiyorum ama farklı olan her şeyi sevdiğim gibi onu da fikirlerini de hemen seviyorum. Realist olmakla ilgili söylemlerinden oluşan bir bölüm var ki sayfa 225’te son paragrafta, hepimiz orada değil miyiz aslında? Elma çürümüş diye fırlatmıyor muyuz?
“Kuvvetle istemek kâfidir.” Yaşamanın kuralı budur bence. Fakat istemek oturup beklemek değildir. Eğer yemek yemek istiyorsanız kalkıp alırsınız, değil mi? Uyumak isteyince uzanırsınız, ayakta beklemezsiniz. İstemek, harekete geçmektir. Halit Ayarcı’nın güzel derslerinden biri de budur.
Müstakil bir zamandan söz ediliyor sayfa 251’de. Matematik zaman karşısında çaresiz. İlerleyince kimsenin yıldız olarak kalmadığına geliyor söz. Öyle bir yerde öyle biri için kuruluyor ki bu cümle şimdiye, her anımıza taşan acılarımıza cuk oturuyor.
Ve bence bütün kitap boyunca inceden işlenen en önemli mesele inanç ve onun gücü. Her şeyi yaptığını ama inanmadığını ve bunun yeterli gelip gelmediğini, soruyor Hayri İrdal. Halit Ayarcı, en güçlü cümlelerden biriyle yanıtlıyor bu soruyu. “Hiçbir şey yapmayın yalnız inanın, bize bu yeter…” diyor. İnanmak öyle güçlü ve durdurulamaz ki satırlarca bir inancı okuyoruz. Hâlbuki kafamızı çevirip baktığımızda ne çok imkânsızlıklar var etrafımızda inanmakla imkân dahiline girmiş.
Az ilerde olmayan birine ihtiyaç duyuluyor ve o varmış gibi yapılırken herkes inanıyor. Mesele şu; bahsi geçen kişi yok ya da var ama biz bilmiyoruz. Bir şekilde vücuda geliyor, sırtına sayısız insanın inancı yükleniyor, sonuç olarak varlığa kavuşuyor. Yaşadığına şahit olup inanmadığımız insanları göz önüne alırsak şimdi o var mı yok mu?
325. sayfa son paragraf üçüncü cümle… Hepimiz için durum böyle aslında…
Kitap biterken söz kendine darılmaya geliyor; yalnızlıkların millet boyu olabileceğine, kazançların tesadüfi olabileceğine fakat kayıpların tam ve kati olduğuna, fikirlerin aile arasında bir ayrılık sebebi olamayacağına ve menfaatler istikametini değiştirirse mantığın da değiştirebileceğine...
375. sayfadaki ilk konuşma çizgisinin önüne düşen tespitin gerçekliği kadar acı aslında bu kitabın sonu. İnsan doğasıyla korkunç bir uyum içinde bitiyor roman. Hayal kırıklığı… Ve kırılan hayallerin gücü dehşete düşürüyor beni. Halit Ayarcı, her şeyiyle başa çıkmıştı Hayri İrdal’ın ama sona geldiğimizde başkalarının kendisine olan inançsızlığı onu bütün emekleri silip atan adam konumuna getiriyor.
Geriye dönüp baktığımızda “inanalım” diyor kitap bize ve öncelikle kendimize inanmayı öğütlüyor. Şimdiye inanmayı…
Kübra Akkuş