Öyle ya da böyle işe girmenin bir yolunu bulmalıydım. Soluğu Ankara’da aldım, büyük şehir ne de olsa birçok iş imkânı oluyor. ANAP’ın cafcaflı zamanı, adamı olan sınava da giriyor işe de.
Ben kendi imkanlarımla ne kadar işe giriş sınavı varsa hepsine müracaat ediyordum, yazılı sınavdan 80,90, hatta 100 bile aldığım oluyordu, ama bir türlü sözlü sınavı geçemiyordum, ayıptır söylemesi yazılı sınavlarda en ağır matematik sorularını yapıyordum, sözlü sınavlarda nasıl oluyorsa anamın, babamın adını ve mesleğimi, nereli olduğumu bir türlü doğru(!) cevaplayamıyordum, nerdeyse bunalımlara girecektim.
Yine bir gün yani işe girme umutlarımın bitmek üzere olduğu bir gün Ankara Belediyesi bir sınav açmıştı, ben de müracaat ettim yazılı sınav için çok rahatım, kendime güveniyorum, nitekim öyle de oldu, sınavdan 85 aldım ve ilk 200 ün içindeyim, işe alacakları sayı 20, onda bir şansım var, iyi bir şans. Sözlü sınav günü geldi, bizleri sırayla içeri alıyorlar, sözlü sınav kısa sürüyor, sınavdan çıkana: “Ne sordular?” Diye soruyoruz tabi, kimisi alaylı bir şekilde cevap veriyor, kimisi de kendinden emin bir şekilde ve bizlere acıyarak bakıyorlar, her şeyi anlıyorsun ama yapacak bir şey yok. Sıra bana geldiğinde heyecanla içeri girdim, beş kişilik jüri üyesi ve ben elimden geldiğince sempatik görünmeye çalışıyorum, pozitif bir mesaj vermeye çalışıyorum. İlk soru geldi: “adın ne?” cevapladım, “soyadın ne” cevapladım, tam babamın adını sorduklarında diğer sınavlardan bir farkı olmayacağını anladım, hemen cebimdeki kimliğimi çıkardım ve anne, baba adımı, nereli olduğumu kimliğimden okumaya başlayınca jüri üyesi hiddetli bir şekilde: “sen bizimle dalga mı geçiyorsun?” Aslında dalga falan geçmiyordum amacım sadece sınav kazanmaktı, ben de aynı sertlikte: “hayır dalga geçmiyorum, bütün sınavları bu sorduğunuz sorular yüzünden kaybettim, sizlere doğru cevap vermeye çalışıyordum” dedim ve ne cevap vereceklerini beklemeden çıktım, arkamdan: “hem işsiz hem ukala” dediler ama artık hiç önemi yoktu.
MADE IN ZONGULDAK III
Ankara sokaklarında dümeni bozuk ve denizin ortasına nereye gittiğini bilmeyen bir gemi gibiydim, geziyordum öylesine- Aslında bu öyküm bir öncekinin devamı niteliğindedir, öyle okunursa daha bir anlamlı olur. Ulus Rüzgârlı sokakta buldum kendimi, bir otelin önünden geçerken camdan birisi tıkladı, üstüme alınmadım ama ısrarla, bana bakarak, tıklayıp içeri davet edince mecburen içeri girdim, bir de baktım ki ilkokul hocam Turgut Bey, tam bir şok olmuştum. Sarıldım ellerini öptüm, hemen bana yiyecek bir şeyler söyledi, bu arada Ankara’da ne işim olduğunu sorunca; Zembereği boşalmış bozuk bir saat gibi başıma gelenleri hem anlattım, hem de ağladım. İlkokul hocam hem anamdı hem de babamdı desem yeridir, yaşadığım çaresizlikten çok etkilendi, duygulandı: “Sen burada bekle, az sonra Posof ANAP ilçe başkanı Reşat gelecek bir de durumu ona anlatalım” dedi. Hocam hem otelin müdürü hem de sözü geçen birisi olduğunu anladım, çünkü herkes ona bir şeyler soruyor, talimatlar alıyorlardı, bu durum beni oldukça rahatlatıyordu. Bir süre sonra boyu cüce denecek kadar kısa bir adam elinde bond çantasıyla içeri girdi, çanta kendinden büyük desem abartı olur ama yakındı. Hocamla hasretle sarılıp öpüştüler, sonra bana dönerek: “Reşat dostluğunu göster bu çocuğumu bir işe koy, bu bir talimattır” dedi. Reşat Bey çantasını açtı, sonra beni dinledi, mesleğimi, nerede çalışmak istediğimi en ince detayına kadar sorduktan sonra, bir blok not çıkardı üzerine bir şeyler yazdı, bir de mührünü bastı ve “şimdi hemen Başbakanlığa gidiyorsun, Devlet bakanı Sayın Ahmet Karaevli’nin özel kalem müdürü Ergun Maraşlı Bey’e bu mektubu veriyorsun” Dedi.
İşte Zonguldak serüvenim böyle başladı, devamında daha çok eğlenceli, hüzünlü, sevinçli, bezende dramatik yaşanmışlıkları buraya taşıyıp okurlarımı sıkmak istemedim ama herkeste olduğu gibi benim yaşadıklarım da bir roman olur desem umarım ayıp olmaz. Hepinize iyi haftalar değerli İmza Ailesi ve tabiki okurları…