İkinci öykü kitabı olan Kağnı adlı kitapta yer almıştır. Öyküye şöyle bir bakacak olursak edebiyat öğrencileri için harikulade bir örnek ve okuyucular içinse aynı şekilde keyifli bir okuma deneyimi sunduğunu söyleyebilirim.
Giriş bölümü özgürlüğünü hiç kaybetmemiş, daha önce hiç tutsaklık yaşamamış, bu kavramlara yalnızca sözlüklerden, kitaplardan, filmlerden hâkim olan insanlara durumun ne kadar güç olduğunu hissettirebilecek sözler ve benzetmelerle başlar. Der ki: “Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapatmak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzakta olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?”
Yazarın bulunduğu durum sebebiyle hissettiği tutsaklığı metnine yansıtırken sade bir dille herkesin gördüğünü kaleme alması okuyanların durumu kolaylıkla hayal etmesini sağlıyor. Bu da kitle konusunda daha geniş bir yelpaze sunuyor. Duvar, çok iyi betimlemelerle kaleme alınmış bir öykü fakat metin bittiğinde sizi etkileyen şey ne özgürlük ne tutsaklık ne de dili olacak; bambaşka bir şeyin esir olarak satırları tamamlayacaksınız.
Üç buçuk sayfalık öykünün ilk bir buçuk sayfası yukarıda bahsettiğim şekilde ilerliyor. Ardından metnin üzerine kurulduğu o adam geçmişten kalan bir keşkesini anlatmaya başlıyor. Yıllar önce bir arkadaşıyla önlerine çıkan fırsatla nasıl buradan kaçmaya çalıştıklarını fakat sonunda korkaklık yatığını, arkadaşının kaçıp kurtulduğunu kendisininse geride kaldığını söylediğinde yalnız onun değil okuyucunun da içine pişmanlık doluyor. Onun şimdilerle yeni bir hayat kurmuş olabileceğini hatta evlenmiş, çocukları olmuş olabileceğine kadar bir sürü tahminde bulunuyor. Bu cümleler dudaklarından dökülürken göğsünüzde yangın denilemezse de ufak bir kıvılcım hissediyorsunuz. Daha yerinde bir söyleyişle ona acıyorsunuz. Metnin asıl konusu dediğimiz o yer de tam olarak hikâyenin sonunda yer alıyor. Acaba gerçekten adamın dediği gibi mi olmuş yoksa bu bir uydurma mı?
Sonunda durum çözülüyor ama işte o an belki de şimdiye, bizim zamanımıza cuk oturan bir mesaj görüyoruz. Gördüğümüz her şey gerçekten düşündüğümüz gibi mi? İşte bu cümle öykünün asıl konusunu anlatıyor.
Genel olarak öyküye dönüp bakacak olursak iki tane nokta atışı var. Bunlardan ilki, belki hiçbirimiz bir kuş kadar özgür değiliz ama farkına varmadığımız şahsı hürriyetlerimizin olduğu... Hani şu elimizden gitmeden farkına varamadıklarımız. Bunlara şükür etmek ve kıymetini bilmek gerekiyor çünkü bir gün hepsi elimizden kayabilir.
Diğeri ise bakmak ve görmek ya da gördüğümüz her şeyin bizim gördüğümüz gibi olmadığı. Hayattaki çoğu şey yüzde yetmiş oranında bizim zihnimizin oyunu… Üzüntülerimiz, kederimiz, öfkemiz ve diğer çoğu şey…
Sonuç olarak bir öykü nasıl yazılmalı, sorusunun da en yerinde örneklerinden biridir Duvar. Yerli yerinde mekân betimlemesi ve onu destekleyen bir duyguyla başlar. Mekânın anlatımında varacağı duygunun dizeleri vardır. Ardından sade bir dille karakterleri gösterir ama yürürken kafamızı kaldırınca rastladığımız cinsten, yabancı olarak tanırız kişileri. Bütün bu hamleler okuyucuya öykünün nereye gideceğini, ne anlatacağını bildiğini düşündürür ama bu bir yalandır. Mesele bambaşkadır ve bizler bunu her şey biterken öğreniriz. Mesajını küçük bir olayla verir. Katmanlı, etkileyici bir öykü nasıl olur, diyenler için işte böyle olur.
Kübra Akkuş